29 Kasım 2008 Cumartesi

Yürüyen bandlarla karayolundan karşıya geçmesi beklenen insan

Bu vahim ve dünyanın en gereksiz olayı şu haberden öğrendiğim kadarıyla İzmit'te yaşayan biz zavallıların başına gelecekmiş. Her geçen gün İstanbul'un küçük bir kopyası haline getirilmeye çabalanan şehirime bir de yürüyen band konacakmış. Bu son yapılanmaya "gösteriş merakı" ndan başka diyebilecek bir şey bulamıyorum. Daha önce de belirtmiştim evvel bir yazımda üst geçit çalışmalarının ne vahim bir durum olduğunu. Şimdi o zaman yapılan üst geçitleri yıkıp zannederim yürüyen üst geçit koyacaklar. Eh lale mevsimi geçtiğine göre millet tedirgin, şehirde bir halt olmuyor diye... Zaten belediye ne zaman başladığını unuttuğum lanet bir yol yapmakta De-yüz karayoluna. Canımıza ot tıkadı nefret ettik yolculuk yapmaktan. Bu yapılanmaya baktıkça "ne zengin bir şehiriz biz ulan oh gelsin yollar gitsin alışveriş merkezleri" tribime bir de yorulmadan geçeceğim boğaz köprüsü manzaralı üst geçidim olacak... Geçitten indikten sonra itiş kakış balık istifi minibüse binip eve gideceğim. Çünkü sayın yöneticiler İzmit'in en büyük gereksiniminin bir adet yürütmeyen üst geçit olduğu kanaatindeler...

Haberin birkısmı şöyle; " Ekonomik krize rağmen Kocaeli Büyükşehir Belediyesi daha önce planladığı ve İzmitlileri sahilden ayıran D-100 Karayolu’nda karşı geçişi rahatlatacak üç ayrı noktaya konulacak üst geçit inşaatını sürdürüyor. Bunlardan biri boğaz köprüsü şeklinde olacak. Yayalar yürüyen bandlarla karayolundan karşıya geçecek."


Şehrimin keşmekeş İstanbul'a benzetilmesini istmiyorum.

Çevrede her yaz lale görmek istemiyorum.

Benzin ucuzladığı halde minibüs fiyatlarına zam gelsin istemiyorum.

2 adımda bir alışveriş merkezi kurulmasına müsaade etmenizi istemiyorum.

Denizi doldurup park yapmanızı istemiyorum. Bunun yerine denizi tertemiz yapmanızı istiyorum.

Buna göre Kocaeli Belediyesi mensuplarının bir an önce ceplerinde lale soğanları ve yürütmeden geçiren bandlarıyla şehri terk etmelerini talep ediyorum.


27 Kasım 2008 Perşembe

Ağzım var konuşuyorum

"Halit Ziya Uşaklıgil yazdığı kitabı bir sehpanın üstüne koydu ve "kitabın tüm baskıları toplatılsın" emrini verdi. Şaşkındı. Nasıl böylesine sığ ve masum bir kitap yazabilmişti? Yaratmak istediği karakter akıllarda niçin nefret uyandırmamıştı? Gözlerini televizyona dikmiş bunları düşünürken kitap ile hiç alakası olamayan olaylar karşısında gözleri faltaşı gibi açık vaziyette olduğu yere yığılıverdi..."

Uşaklıgil'in yaşasaydı sevgili Aşk-ı Memnu'su için böyle düşüneceğini varsayıyorum.




Bu gece hususi oturdum ve baştan sona izledim diziyi... Herşey gayet yerindeydi... Firdevs'in yarattığı tiksinti, Cemile'nin çaresizliği, Peyker'in kendine has saflığı, Behlül'ün umarsızlığı ve kafasındaki tilkileri vs... Sıra tam Bihter'e gelmişken ben dağıldım... Şaka gibiydi Bihter'li sahneler... Bihter 30 cm'lik pabuçlarıyla merdivenleri tırmandı, aynı pabuçlarla merdivenleren indi, yalpalaya yalpalaya gitti mutfağa hizmetlileri kovdu... Tüm gün o yükseklikte dolaştı... Sonra gitti akşam yemeği cicilerini giydi yine o maxsimum topuklu ayakkabılarıyla merdivenlerden inmeye çabaladı... Eh gece de makyajını temizlemeden yattı uyudu incecik geceliği ile...


1- Havalı ve bakımlı gözükmek adına tüm gün abiye elbiselerle dolaşmak zorunda mı bu karakter?
2- Kış bastırdığında kürk mü giyecek evin içinde?
3- Adnan'a kafa tutarken seyircide yaratacağı gülme krizine müsaade eden yönetmen çay molası mı vermişti?
4- Bu nemenem bir oyunculuktur?
5- Gözlerini kocaman açarak ve ağzını büzerek olabilecek en yapmacık tavırla nasıl oynayabildi bu sahneyi Beren Saat?


Tüm dizi keyfimin canına okuyan Sayın Saat'i ve yönetmeni kınıyorum. Ve rica ediyorum Bihter normal bir insan gibi giydirilsin en azından evinin içerisindeyken, abeslik gözü alıyor çünkü...


Bu saydıklarımın dışında Selçuk Yöntem, Adnan'ın gözündeki hayal kırıklığını, yemek masasında Firdevs'e geçirdiği laf sonrası alaycı bakışını inanılmaz iyi yansıtmış ekrana...


Fakat başrol oyuncusunun bu yeteneksizliği diziyi çok beğenilen bir dizi yapacak mı merak ediyorum.

İki Yeşil Susamuru


"...Mutsuzluğun ilk patalojik belirtisi, köklü alışkanlıklarını terk etmek ya da abartmaktır. Uykusu kıt birisi uzun uzun uyumaya başlar, sigara içmeyen sigaraya dadanır, titiz olan serkeşliğe, konuşkan bir başkası sessizliğe gömülür. Yemek sevgisi oburluğa, içki sempatisi alkolizme, karamsarlık zifiri karanlığa dönüşebilir."


Belki sizlere çok abes gelecek fakat ilk kez Buket Uzuner okudum... Sebep olarak bana fazlasıyla itici gelen kitap isimleri ve kapak tasarımları diyebilirim. Öncesinde Uzuner'i okumuş kişilerle konuştum... Kitaplarını nasıl bulduklarını sordum... Çoğu kişi bahsettiğim kitabı orta okulda okuduğunu söyledi ve tabii beğenmediklerini... İnternet araştırmamda aldığım sonuçlar; sıkıcı, zaman kaybı gibi olumsuz eleştirilerdi çoğunlukla... İki gün elimde kitap gezdim durdum...Kararsızdım. Sanırım kitabı yarısında bırakmaktan ve rafa kaldırmaktan çekindim ki bunu daha önce yaptığımı hiç hatırlamıyorum.

Nihayet kitabı bitirdim. Fazlasıyla beğendim... Sıkılmadım, zamanım kaybolmadı, deli saçması olarak asla nitelendirmedim. Aksine olay çizgisini fazlasıyla şaşırtıcı buldum. Anlatımı anlaşılır, karakterler iyi işlenmiş... Aslında kitap içi kitap betimlemek zor olsa gerek... Gerçeklerin düğümlenmiş yumak biçmine sokulduğu hayali bir yaşantıyı kitabın son sayfalarına kadar normal ritminde ilerlerken, tekerleği tümseğe girmiş araba gibi gaza basıyorsunuz... Heyecan ve merakınız en tepede iken kitap bitiyor. Bizlere de neye inanacağımıza karar vermek kalıyor. Hepsi bu...

İyi ki daha erken bir yaşta okumamışım diyorum şimdi... Yoksa cidden algılamakta zorluk çekerdim kitabın duygusal gelgitlerini...

Kitabın detaylı bilgisi

Ferhunde Problemi

3 Sezondur izliyoruz Yaprak Dökümü dizisini. 3 yıl yani... Eh diziyi bilmeyen yok, kitaptan uyarlama olması da izlemeyenler için bile fikir sahibi yapmıştır. Ferhunde kötü bir karekter. Aslında fazla zeki olmayan fakat olan aklını da hinliğe çalıştırdığı için çevresine olan zararı yadsınamaz.


Dizinin son sezonuna baktığmızda görüyoruz ki; Ferhunde Şevket'i boşamaya yine binbir karmaşa yaratarak razı oldu, yaptıkları yanına kâr kaldı ve daha önce de beraber olduğu Levent'i nişanlısından ayırarak kendisine aşık etti. Sonra Levent, Ferhunde'nin daha evvel karıştırdığı haltlar hakkında bir çok olaya tanık oldu. Ve adam tınmadı bile... Gitti son model araba aldı hatuna. Ve dün geceki bölümde evlenme teklif etti. Kafam kadar büyük bir yüzükle hem de...

Levent; yakışıklı, zengin, kariyeri olan ve cool bir adam imajı çiziyor. Sizce gerçek hayatta bu ilişki durumu evlilikle mi sonuçlanırdı ben merak ediyorum açıkçası. Acaba Ferhunde bunu hakediyor mu? Eminim diziyi izleyen çoğu kişi son bölümlerde Levent'i "salak" lıkla itham etmiştir içinde. Ben dışımla itham ettim ne yalan söyliyim.

Diğer tarafta Ferhunde'nin arkadaşı Gülşen var. Mazbut, hanım, iyi bir kız... Peki Ferhunde 2 koca eskitip bir de sevgili yapmışken Gülşen'in bahtı mı karadır?

İşte ben bu dengenin kurulmasını istiyorum bu dizide... Adalet istiyorum... Ferhunde artık dört ayak üstüne düşmesin lütfen.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Ekmek yoksa kömür ye


Seçim öncesi dağıtılan kömür, erzak vs. rüşvete mi girer?

Benim aklıma takılan ilk soru bu. Rüşvet dinimizce günahtır. Akp iki yıldır sanırım bu gibi dağıtımları yapmakta ve karşılığında oy sözü almaktadır. Karşılığı beklenen iyilik yapmak da Müslümanlık'ta yoktur.

İkincisi bu kömürün-erzağın parasını kim ödüyor? Yoksa halkın -yani senin benim- verdiğim vergilerle mi karşılanıyor bu ödemeler? Şimdi nedir bu? Hırsızlık mı?... Halkın parasını kendi amaçların için rantın için kullanmak hırsızlıktır...


Bakara Sûresi 188. ayet diyor ki;
"Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hakimlere (rüşvet olarak) vermeyin."


Tabi kömür dağıtıcılarına sorarsanız eğer ki; aç-yoksul-fukara aç mı kalsın, üşüsün mü? Yardım yapılıyor o kişilere vs... Milleti iyice "aptal" yerine koyuyorlar...

Punkreas.org teması pek hoş


25 Kasım 2008 Salı

Unutulmayan Söyleşiler

Emin Çölaşan'nın “Hürriyet” ve “Milliyet” gazetelerinde 1984-1989 yılları arasında yaptığı röportajlardan oluşturduğu bir kitap. İlk baskısı 2000 yılında yapılan Unutulmayan Söyleşiler Tarihe düşülen notlar kitabında yer alan tam 22 röportaj var. Bu röportajlardan en çok ilgimi çekenler; Aziz Nesin, Vesamet Kutlu (Fatin Rüştü Zorlu'nun metresi), Turgut Alpagut (Emekli İhtilalci), Emekli Albay Tarık Güryay (1960 Yassıada komutanı), Turgut Özal devrinin Uzakdoğu rezaletini anlatmış bir kişi, Prof. Dr. Seçil Akgün (Tarihçi), Leman Karaosmanoğlu (Atatürk'ün Dostu), Ali Elverdi (Emekli General), Musa Öğün (Eski TRT Genel Müdürü), Erol Simavi (Eski Hürriyet gazetesi sahibi)...


Kitaptan sonra 27 Mayıs 1960 İhtilali, 12 Eylül 1980 İhtilali, 12 Mart Muhtırası, 22 Şubat-21 Mayıs Olaylarını farklı taraflardaki insanlardan dinlemiş oluyorsunuz. Mesela Aziz Nesin'in Kraliçe Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk tarafından toplu olarak mahkemeye verilerek 6 ay hapis yattığını biliyor muydunuz? Ya da Ali Elverdi'nin ihtilal yapan kişilerin bildirisi sonucu radyoyu basarak ihtialiln olmadığını duyurduktan sonra tekrar ihtilalcilerin ihtilal var konuşması yapmasını? Her ne kadar trajikomik bir durum olsa da idamlar bu durumu gölgelemiştir. O dönemleri yaşamamış kişilerin Türkiye'nin yakın tarihini daha iyi anlayabilmeleri için okunması gerektiğini düşündüğüm bir kitaptır.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Ece

Hayatım boyunca hiçbir öğretmenime karşı büyük bir sevgi beslemedim. Kendimi bildim bileli her zaman mesafeli ve belki de çekingendim. Benden ne bekleniyorsa o şekilde görevlerimi yaptım ne daha az ne daha fazla. Yıl sonunda karnemi aldım "haydi bana eyvallah" modunda yine benden beklendiği gibi tatilimi yaptım... Bu durumu 1 yaşımdan evvel kreşe verilmeme ve üniversite son sınıfa kadar her zaman öğretmen sahibi olmama bağlıyorum.
Zor bir meslek öğretmenlik. Her öğretmen adayının psikiyatr kontrolünden geçmiş olmasını gerektiğine inanıyorum. Yahut her öğretmenin 2 yada 3 ay arayla yine aynı kontrolden geçmesinin gerektiğini düşünüyorum. Çünkü öğretmenlik bina inşa etmek gibidir. Ne kadar sağlam bina istiyorsak harcı o kadar hoşgörüyle karmak gerekir. Bu da demek oluyor ki herkes öğretmen olamaz. Gerçekten öğretmen olabilmiş kişilere mesleklerinde daha nice mutlu yıllar dilerim.


Ek: 22 Yaşında ilk öğretmenlik deneyimi için İzmit'ten kalkıp da Muş'a bir garip köye giden Elif Bilge'nin de öğretmenler günü çok çok kutlu olsun. Seninle gurur duyuyoruz.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Zeitgeist The Movie



Uzun zamandır izlemek için can attığım belgeseli en sonunda buldum... Alt yazılı olması ise bir nimet bana göre... Gecenin bir vakti oturdum izledim merakla... Tahmin edilen gerçekleri belgelerle surata çarpılması korkuyu tetiklese de aslında insanlığa çok büyük bir uyarıdır Zeitgeist the movie... Yaşadığımız ekonomik krizin geleceği noktayı aynı biçimde defalarca yaşamış olan bu dünya halen "nasıl?" sorusu ile cebelleşiyorsa bu ciddi bir hafıza problemidir demek oluyor.


Belgesel 3 bölümden oluşuyor. İlk bölüm "din" temeliyle aslında dinin en büyük kandırmaca olduğundan ve Hz. İsa, Hz. Musa'nın düzmece olduğundan bahsederek belgeselin ciddiye alınmasına engel oluyor. Hatta Hz. isa'nın olduğuna ait herhangi bir kanıt olmadığını söyleyerek Kuran-ı Kerim'e açıp da hiç bakılmadığını ve inanılmaz saçma bir tezle ilk bölüm bitiriliyor. Ve din bölümünde asla "İslamiyet" kelimesi geçmiyor. Çok ilginç (!)


2. ve 3. bölüm ise detaylı olarak Amerika'nın geçmişteki politikasını ve gelecekte ne yapmak istediğini gözümüze sokuyor. Özellikle Amerikan halkına "aptal olmayın" çağrısı yapılıyor defalarca. 09/11 saldırılarının mantıklı açıklamaları ve hükümetin duyarsızlığını da 2. bölümde açık açık görebilirsiniz.


Belgeselin son bölümünde Kuzey Amerika-Kanada ve Meksika'nın kullanacağı "Amero" isminde bir para biriminden söz ediliyor. Yani "Euro" gibi ortak bir para biriminden. Kısacası uzun bir zaman dilimine yayılmış plana göre Dünya= Tek devlet, tek güç=Amerika.


Benim şahsi fikrim ise; her an elalemin kafasındaki dünya tanımı için bok yoluna gidebilirsiniz, buna göre yaşayınız.


Video penceresi çalışmazsa Buradan da izleyebilirsiniz.

21 Kasım 2008 Cuma

Puslu Kıtalar Atlası

1995 yılından bu yana kitapçılarda olup da 2008 yılının Ağustos ayında farketmiş olmam beni hayli üzmüş bir kitaptır Puslu Kıtalar Atlası . Bu hafta düzenlediğim dolapta bulup okumadığımı farkettim ve oturdum kırmızı koltuğuma, açıp başladım; "Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra....." diye okumaya... Anlamadım... Önümdeki yazılar değişik ve heyecanlı ve hatta iç gıcıklayıcı... Baştan başladım okumaya daha bir hikayebâz(!) triplerinde...




Sayfalar ilerledikçe Alibaz girdi devreye tüm uykusuzluğu ve asiliğiyle, Bünyamin kazdı lağım çukurlarını koynunda atlasla, Arap İhsan kaldı tek gerçek... Sayfalar ilerledi Hınzıryedi uyandı Ebrehe sonsuz hıza yaklaşamadı takıldı kaldı mesih rivayetinde... Dilenciler sardı her yanı Dertli'nin yıldırımları gelesiye kadar... Masal masal üstüne ekildi ve sonuç sığmaz oldu beynime... Tabi bunlar benim düşüm de olabilir yahut ben bir başkasının düşü olabilirim... Tüm bu söylediklerimi bir kenara koyarsak en güzel düşü gören bana göre kitabın yazarı İhsan Oktay Anar 'dan başkası elbette değil.


Yazarın fevkalade üslubu ve tasvir yeteneği dışında benim edebiyatta en sevdiğim durum olan isim-lakab renkliliğini ustaca işlemiş masalın satırlarına... Çeyizlik dantel misali koydum sandığa günü gelince açıp birkez daha okumayı umuyorum bu atlası...

20 Kasım 2008 Perşembe

Beni hatırladın mı?

"Bir gece merdivenlerden yuvarlandım sabahına gözlerimi bir hastanede açtım. Tarihlerden 2007. Yoo yo değil! Ama ama ama merdivenlerden yuvarlanmam 2004 yılındaydı... Nasıl yaaaa? Bir gecede 3 yıl nasıl geçer ki? Yönetici mi oldum şirkette? Hem de Cehennemden gelen kaltak patron lakabıyla?!?!?! " Desem o anda kendimi tımarhaneye kapattırırdım. Fakat Lexi böyle yapmıyor. O bilmediği, hatırlamadığı hayatına kaldığı yerden devam etmeye çabalıyor....

Canım eğlenmek istediğinde açıp okuduğum İngiliz yazar Sophie Kinsella 'nın Temmuz 2008'de çıkan son kitabı Beni hatırladın mı? belleğimdeki yerini aldı. Hem de bir günde... Sabah başladığım bu mucize kitap akşam bitiverdi.. Ve tüm kitaplarını okuduğum için artık yazarın en iyi kitabını seçme hakkımı kullanarak 10 üzerinden 7 ile "altın alfabe" ödülünü bu kitaba veriyorum... Sophie her kitabında kendini geliştiriyor gördüğüm kadarıyla... İlk kez bu kitabının içinde dolaştım bu kadar rahat. Karakterin diğer kitaplarına oranla daha aklı başında olması gerçeğe daha yakın bir izlenim bıraktı bende... Boş vaktiniz varsa okumanızı dilerim.


Bu arada merak ettiğim yazarın bu kitaplarının senaryolaştırılarak film yapılması için ne kadar fiyat biçtiği. Halen beyaz perdede bir tekini dahi göremediğim için şaşkınım hepsi bu...

19 Kasım 2008 Çarşamba

Başucumda Müzik

"Ne olursa olsun hayatını durdurma! Durup hayata bakmaya başladığın zaman yaşamak zordur."

Lise yıllarımdan beri okumuyordum Kürşat Başar. Belli bir sebebi olduğundan değil, duygusal yoğunluk kaldıramayacağımdan belkide. Her gittiğim markette yapıştığım kitaplığa yine tutkallanmışken gözüm ne zaman ilişse, " yine bilindik bir eski zaman aşk hikayesidir" diyerek burun kıvırdığımı itiraf ediyorum yazarın kitaplarına. Önyargı böyle bir kör kuyu işte... Neyseki en sonunda Başucumda Müzik kitabını aldım elime ve başladım okumaya... Ama ne okumak... Sadece iki gün sürdü... Geçen her sayfa ile birlikte elimde kamera Paris, İstanbul, Ankara, Londra her nereye gidiyorlarsa koşmak istedim Leyla'nın, Fuat'ın peşinden... Ete kemiğe bürünmüş aşkı omuzlarımda kaldırıp "işte burada görüyor musunuz?" demek istedim.


Arada kitabın yazarının bir erkek olduğunu unuttum ve bilindik duyguların sadece bayanlara mahsus arı ruh hallerinin bu kadar iyi bir biçimde anlaşılarak yazılmış olmasına şaştım. Umutsuzluğa kapıldım Leyla'nın yerine bazı bazı... İradesine ve sabrına hayranlık duydum çoğunlukla da... "Ben bekleyemezdim", "belirsizliğin peşinde senelerimi harcayamazdım, korkardım" dedim kitaba. Zamanla değişen aşk mı bunu sordum kendime... Sadece yarım asır evvel yaşanmış aşk bu kadar mı güzel, gözü kara, dolu dizgin, vazgeçilmez? Bunun yanısıra gizli aşkın ardında kalan bir de Türkiye'nin yakın siyasi geçmişi anlatılır. Gerisini de kitaptan okuyun bana kalırsa. İyi okumalar dilerim.


Kitaba konu olan aşkın gerçek kahramanları için;
Bkz.
Fatin Rüştü Zorlu
Bkz.
Vesamet Kutlu

16 Kasım 2008 Pazar

Unutmayacağım iki şarkı

Ajda Pekkan, çocukuğumun en sarışın kadını... Kulağıma değişik gelen müziği ve o günlerden yer etmiş sadece bu iki şarkı... Sabah sabah aklıma geldi ve aradım taradım, defalarca dinledim belki... Size de dinletmek istedim.













15 Kasım 2008 Cumartesi

Çantayı açtım

lalinlalout beni mimlemiş çok uzun bir zaman sonra... Çok zor ve kısıtlı bir konu benim için çantamın içi hatta dışı... Bir kere onca çantam arasında her daim kullandığım yandan asmalı pazardan aldığım deri siyah çantam hep yanımdadır mesela :) Tüm döküntümü sadece o topluyor da ondan.

İşte döküntüler de aşağıda... Olmazsa olmazlarım demeyelim de yanımda bulunması gerekli tüm malzeme budur. Genelde sabah makyaj niyetine yaptığım bir şeylerden sonra gün içerisinde asla makyaj tazelemem bu sebeple yanıma da almam zaman zaman...

Ben de birisini mimleyeceksem bu kişi Merope olur kanaatimce, eğer dilerse...

14 Kasım 2008 Cuma

Çok kötü hareketler bunlar

* Otobüste yanımda oturan kadınların o kocaman çantalarını devamlı açıp kapatmalarına ve çantanın fermuarından çıkan sese sinir oluyorum. Bazı çantalarda o kadar çok göz var ki ne arıyorsalar artık birini açıp birini kapatarak inanılmaz bir devinim yaşıyorlar. Ben bu tür kadınları düzensiz ve dağınık addediyorum.


* Minibüse binip ücretimi uzattıktan sonra bir yer bulup sığışıyorum, açıyorum kitabımı okuyorum. Benimle beraber aynı zamanda dershaneden çıkmış ilk öğretim öğrencileri de biniyor minibüse şakalaşarak oturuyorlar koltuklara. Bir müddet sonra minibüs gezmekten evine dönen kadınlarla doluyor ve utanmadan yer istiyorlar. Şimdiki çocuklar akıllı ki kalmıyorlar çünkü sırtlarındaki çantalar hayvan ölüsü kadar ağır. Bu kez kadınlar mırınkırın ediyorlar... İşte dün yanımda oturan paçoooooz demek istediğim benden daha yaşlı bir hatun söylenmeye başladı, "kalksana öğrencisin sen" gibi bir şeyler... Tabi küçük kız kalkmadı. Döndü önüne devam etti söylenmeye... Bu dakikadan sonra beni kimseler durduramazdı zaten. Arkamı döndüm küçük kıza baktım sonra yanımdaki paçoozun kulağına eğilerek "öğrenciler para veriyor mu minibüse binerken?" diye sordum. O da "veriyorlar tabi" dedi. Beklediğim cevabı da alınca "O halde onlarında herkes kadar oturmaya hakkı vardır, kalkmak zorunda değil asla" deyiverdim. Döndüm kitabıma. Paçooz da sustu. Evet! Dayak yiyebilirdim. Ama yine olsa yine de aynı şeyi derdim zannediyorum.


* Hürriyet gazetesi'nin kitap klübü ile birlikte hediye ettiği Latife Hanım kitabının sabahın 0700'sinde tükenmiş olduğunu öğrendim sinir oldum. Akşam gazetecileri dolaşarak arayacağım çaresiz.


* Yine sababları servis saatlerinde fırına girerek dakikalarca "onu mu alsam bunu mu alsam?", "şu ne kadar?" "içinde ne var?" gibi lanet sorular soran kadınlardan da nefret ediyorum. Ayağında pijamalar, ardında servise yetişme telaşında bi tarafından ter akan insanlar bekliyoruz.

13 Kasım 2008 Perşembe

Alkışlarım 120 için.


Sinemada mutlaka her filme emek verilir fakat verilen emeğin, harcanan zamanın izleyiciye adapte etmek de gereklidir. İşte 120 böyle bir film benim gözümde. Tarihin gerisinde kalmış bir hikaye ve biz bu hikayeden habersizdik filme kadar. Van'da geçiyor film. Ocak ayında ve yıl 1915... Bir belde... Seferberlik... Ermeniler... Kışkırtmalar... Tacizler... Dağlardaki çeteler... Harp... Olmayan cephane... Yürekleri büyük doğuştan yiğit 12-17 yaş arası çocuklar... Harp yerine taşınması için hazırlanan cephane ve 120 adet evlat. Bu 120 evlattan geriye donmadan dönmeyi başaran 40'a yakın çocuk ve en sonunda dolup taşmış mezarlardan sonra sadece 22 tanesinin hayatta kalmış olduğunu belirterek bitiyor film. Geliyor bir fil oturuyor üstünüze o dakikadan itibaren. Sıcak yatağınıza girip uyumak ayıp geliyor ilk zamanlar. Kendinizi o çocukların yerine koyamıyorsunuz, belki de gönlümüz onlar kadar vatanla dolu değil, bilmiyorum. Bildiğim tek şey; bir zamanlar insanlar tahmin edilemeyecek acılar çektikleri...

Karlı dağlar aşılarak kazanılan bir ülke burası... Hayatının baharında kurşunlara göğüs germiş insanların kurduğu bir Cumhuriyet var bu topraklarda. İşte filmde asıl anlatılmak istenen buydu. Amacına da ulaştı benim düşünceme göre... 2 koca yıllık emeklerine değen bir film çekmiş olan Özhan Eren ve Murat Saraçoğlu'na teşekkürler.

12 Kasım 2008 Çarşamba

"Peri Tozu" hakkında demeç veriyoruım


"Sihiri ararken, aşkı buldular" sloganıyla beni dumurlarda gark etmiş Peri Tozu isimli filmden bahsetmekle başlıyorum sabaha. Türk filmlerine olan önyargımızın kırılmaya başladığı bu dönemlerde Türk yapımı filmlere daha fazla ağırlık veriyorum arşivimde. Fekaat Peri Tozu gibi filmleri bir hevesle alıp izledikten sonra bütük umutsuzluğa kapılıyorum. Filmi ne kadar kötü ve vasat olursa olsun son dakikasına kadar izliyorum ve bazı kararlar veriyorum kendimce. Mesela Peri Tozu'ndan sonrası için aldığım karar; bir daha İpek Değer'in oynadığı herhangi bir filmi izlememek. Evet bu oyuncuya yaptığım koca bir haksızlık belki fakat mimik yoksunu bu ablamızı bir kez daha izlemek benim Türk sinemasına acımama sebebiyet verir. Bunun haricinde film özentiliği ve alçıpan oyunculuğu yanında aklımıza bir çok filmi getirmiştir. Mesela; Amelie ve masal karakterleri üzerinden yapılmış tüm filmler. Yıl 2008 ve dünya sinemacıları artık bu furyadan elini eteğini çekmişken biz hala Peter Pan üstünden alakasız bir film yapıyoruz. Ortada ne peri var ne de toz. Sadece tüp çikolata seven, sigara ve içki tüketen gidip aşk adı altında Cem isminde bir adamla yatıp [sahneler bana göre çok cesurdu hele böyle bir film için???] sonrasında basıp giden, kanadını evde unutmuş gibi davranan bir kız ve peri ile bu kızın [Deniz] kastedildiği garip duruşların barındırmış 101 dakika.


Diğer oyuncu, sakallı hali çok karizmatik olan Mehmet Ali Nuroğlu. Hani Çemberimde Gül Oya'da oynamış delikanlı. Filmde sanırım setten birileri ona; "çok kızgın ol Mehmet" demiş ki kendisi film boyunca öfkeli, depresif ve sorumsuz bir genci oynuyor. Barda çekilen cesur seks sahnesinde de bu öfkesini korumuş olan Mehmet'i kutluyorum.


Merak edenler için söylüyorum peri tozu Kapadokya'da bir adet kayadan parmakla kazınarak alınan bir tozdur. Gidip kavanozlara toz doldurup hastanelere serpebilirsiniz. Tabii diyeceksiniz ki; "ordaki imayı anlamadın mı? Olay toz değildi umuttu falan diye.. " E kardeşim madem ima ediyorsun ne diye karakterlere aptal rolü yaptırıyorsunuz." Düşündükçe ışıkçının kostümcüsünün emeklerine, zamanına acıdım cidden.

Ama yine de filmin ardından öğrendiğim bir şey var.
"Tencerenin dibini sıyıranın düğününde yağmur yağarmış" Kır düğünü yapacaklara uyarımdır bu.

11 Kasım 2008 Salı

Elf&e internetten de satış yapan bir sitedir. Fiyatlar da gayet makûl.



10 Kasım 2008 Pazartesi

Belki "First Lady" olurum

Aslında ortalıkta "ben first-üm, first-üm ben uleyyn" diye dolaşmak mutlak havalı bir durum olabilirdi. Kahretsin fikrimi değiştiriyor muyum nedir? Bu konuya Gazeteport'un First Lady olmak ister misiniz? sorusuna cevaben geldim. Habere göre;




"44 yaşında iki kız çocuğu annesi Michelle Obama'nın Beyaz Saray sayfalarını açtığı şu günlerde, bir 'first lady' olarak nasıl bir tarz benimseyeceği merak konusu. Çoğu kişiye göre basit ama yalın giyim tarzını sürdürmesi muhtemel gibi görünen Obama'nın diz üstünde biten düz renk elbiselerini giymeye devam edeceği ve çalışan kadını simgeleyen, dişilikten ödün vermeyen takım elbiselerden vazgeçmeyeceği düşünülüyor. Şimdilerde ona yeni 'Jackie Kennedy' diyor ve haklılar!" falan filan uzatmış gazete bir sürü kallavi şey... Kısaca demek istiyor ki; bir adet manken bulduk (siyah) başbayan için tarz belirleyerek çekim yaptık bakalım nasıl olmuş?" Bence gayet şık olmuş.




Ama benim demek istediğim asıl şey şu ki çekimleri yapan arkadaşta bayrak sevgisinden eser yok -imiş. Bayrağı almış ayak altına, sonra popo altına poz uğruna.. Halı yapmış, örtü yapmış çüş diyorum ben başka da bir şey demiyorum. Ha tarz benim hoşuma gitti, First lady olduğumda mürdüm rengi elbiseyi İzmir seyahatimde kullanabilirim :)

9 Kasım 2008 Pazar

Pazar Kahini


Pazar kahvaltısında annem gayet kısık bir sesle sanki bir yerlerden duyulabilirmiş gibi Amerikalı bir kahinin ABD'nin başına gelecek bir müslüman liderin tüm dünyanın hakimi olacağını ve amerika'nın batacağını söylediği haberini verdi. A-ha bizim tahminimiz; bu kişi Hüseyin Obama!!! Acaba benim geleceğim hakkında bir tahmini var mı kahinin.


Edit: Kahin Bulgarmış ve 84 yaşında ölmüş, bu sebeple benim hakkımda herhangi bir şey demesi mümkün değildir.

"İçimden geldiği gibi" isimli arkadaşa teşekkürler.

6 Kasım 2008 Perşembe

Dünyanın gördüğü en pişkin sapık


Ha ne diyordum; evet, Hüseyin Üzmez dünyanın gördüğü en pişkin sapıktır. Dini ne şekilde kavradığından ziyade çevresine nasıl naklettiği daha bir önemli gözüktü son olaylardan sonra... Naklettiği asıl mekan neresi? Yatak... Bunu öğrendik hep birlikte... Zannederimki halen süregelen pis cinselliğini, gül cemalli gencecik bedenlerde söndürdüğü şehveti sırasında anlattığı Allah sevgisi, Peygamber sünneti falan fişkan... Bu şahsın yanında kadın demeye utandığım Ayşe isimli kişinin yüzü gözümün önünden asla gitmiyor... Hüseyin'in Ayşe'yi küçük yaşta kendisine karı yapmış olması... Kızın adının Ayşe olması, Ayşe'den başka da karılarının olmuş olması ve bu kadınların yataktan çıktıktan sonra imana gelmesi safsatası.... Sanırım ÜzmezlerdenHüseyin kendisini (Haşa!) Hz. Muhammed ile bir tutmakta... Bilmem kaç bin yıl önce yaşanmış ulvi hadiseleri şu zamana uyarlama gereği dahi duymadan o şeytani bakışlarını hiçe sayarak böylesine terbiyesizlikleri ortaya koyuyor. Yakında çıkıp da ben peygamberim derse asla şaşırmayacağımdan emin olabilirsiniz.


Hadi Hüseyin sen böyle utanmaz arlanmaz vaziyette yaşıyorsun da içinde az buçuk Allah korkusu, ahiret inancı olan tek bir kul bunları yaparken, o mübarek kıyamet günü geldiğinde nasıl hesap vereceğini hiç mi düşünmezsin? İşte o gün seni tanıyan herkes, bugün ekranlardan seni izleyen herkes orada bilmemkim oğlu Hüseyin'nin nasıl sorgulandığını izleyecek... Ve sanırım çok eğlenecek...

5 Kasım 2008 Çarşamba

Hem lezzetli hem tehlikeli


Hamburger, cheeseburger kültürü hakkında bilgim yok denecek kadar azdır. Ha olursa yerim asla hayır demem fakat wooper nedir ne değildir bilmem. Reklama girecek belki fakat Burger King'e gittiğimde ne alırsınız dediklerinde aval aval bakarım panoya... Duraksarım, isimleri doğrultamam, burgerin içinde ne var ne yok okuyamam bu yüzden de hep cheeseburger yerim... Fakat bunu görünce uzun bir süre cheeseburger yemeyeceğimi anladım... Steakhouse burger burgerking'in yeni ürünüymüş.. Bol kalorili, biraz da pahalı ama çok leziz gözüküyor değil mi?



Langtolang sitesinden yabancı dilinizi istediğiniz gibi test edip, siteyi bir sözlük olarak da kullanabilirsiniz.

4 Kasım 2008 Salı

Vakko fazla mı pahalı ne?


Bu kriz ortamında pahalı bir şeyler görmek isterseniz Vakko'nun 2009 yılbaşı kataloğu'na bakmanız yeterli olacaktır.

Akıllı Örümcekler

Diyelim ki küfür ettim herhangi bir yazımda, oldu ki o anda 10 yaşında bir çocuk kazara siteye düştü, ne olur? Ahlakı bozulur. Bu sebeple ekranlarda gördüğümüz "genel izleyici" efendime söyleyeyim "şiddet içerir", "+18" ibarelerine benzer yaş sınırlaması getirdiğimi belirten bir adet akıllı örümcek koydum siteye... Sizde örümceklenmek isterseniz ; Akıllı Örümcekler 'e tıklamanız yeterli. Fazla sayıda kullanıcısı yok fakat zamanla artacağı kanısındayım.

3 Kasım 2008 Pazartesi

Yaşasındı tatil

Bir hafta yayılıp da tekrardan işe gelmek ne büyük kabus. Sabah 0515'de kalkıp iş yerinde kaç saat geçirdiğimi hesapladım. Tam 9 saat evimden uzakta işyerindeyim. Hadi işe hazırlanma ve yolu da sayarsam 0545-1930 arası ben iş ile meşgulüm. Ne büyük bir zaman dilimi değil mi? 2200'de de sızıp kaldığımı düşünürsek acınası bir durum bu...


Bu sebeple 1 haftalık iznimde yattım, uyudum, pijamalarımla oturup kahve içtim 3 adet kitap bitirip film izledim. Gazetelerle daha bir haşır neşir oldum ve durdum... Boşboş durdum... Bununla beraber 2 kilo aldım... Açıkçası canım hiç işe gelsin istemedi... Kimsenin canı işe gelsin istemez zaten... Yaşasındı tatil... Ama bitti :(

2 Kasım 2008 Pazar

Cennet


Cennet buruk fakat yer yer gülümseten bir Türk filmi. Kısaca zeka geriliğine sahip 29 yaşındaki A'nın kendisine yarattığı cenneti anlatıyor hepimize. Filmde en çok beğendiğim şey afiş oldu diyebilirim. Ölesiye eğlenceli bir film izleyecekmişiz hissi yaratıyor insanda, aksi gibi... Altan ve Fahriye'nin dışında, doktorların oyunculuklarını kesinlikle tutuk hatta zorlama buldum. Yine de izlemenizi tavsiye ederim.