26 Ekim 2007 Cuma

Küfür Etsem Ya Ben, Daha Kolay Olur Anlatması

Kişilere yüklenmiş bazı ünvanlar vardır. Bizlere ilk okuldayken daha öğretilir bu durum. Öğretilmediyse de ailemizde görürüz en azından. Şimdi hatırlamaya çalışın; annemiz bazı komşularının isimlerinin sonuna "hanım" kelimesini ekler. Babamız iş yeri arkadaşlarının isimleri sonuna "hanım" yahut "bey" kelimesini koyar. Saygısını dile getirmek için. Bu görgü kuralı belkide toplumla ilişkilerimizde ki yerimizi belirler. Çevremizdeki kişilere bakış açımızı gösterir. Bir nevi tatlı dildir... Niçin yazıyorum bunları? Hemen altta...


Ofis ortamının olmazsa olmaz bir durumudur nezaket. "rica"! , "rica etmek"!, "ricada bulunmak"! En öküz insanın bile anlayabileceği bir durumdur. "-mısın?", "lütfen", "-rica etsem" en önemli kelimelerdir. Bu kelimeleri kullanmayan kişilerin kibirli yada kompleksli olduklarını düşünüyorum. Ama daha çok kompleksli. Bir diğeri hazımsızlık... Ne oldum delisi de olabilir. Belki de vasıfsızdır doğru kelime. Karakter yetersizliği de başka bir anlatım biçmidir. Ben şahsen acıyorum bu kişilere. Değersiz oluyolar. Elimde silahım olsa ve duvara dizsem bu kişileri hiç acımadan vururum. Gözümü kırpmam. 1'e 10 hesabı yani ... On adet kişiliksiz dallamaya karşılık bir adet insan gibi insan ölmeli bu dünyada. Böyle düşünüyorum ve düşüncemin değiştirilebileceğini düşünmüyorum. Hani derler ya yaşamayan bilemez diye. Bu işte.... Dünyada ve özellikle çevremde toplamayı başarıyorum aptalları. Bir köy kurabilirim onlarla. Mahallenin delisi olarak seçim yapmam için bir referandum düzenlemem gerekebilir. Ama değer. En azından köyden çıkma yasağı koyarak vatanıma milletime sektörüme hayırlı bir evlat olabilirim.


Bunları yazdıktan sonra durup, belki de 1500. kez "yaaaa sabır" çekiyorum. Diyorum ki; "az kaldı Burcu, sabret, bitecek bu güldürmece... biliyorum sen sevmezsin böyle pislik durumları, ama olsun büyüyorsun, olgunlaşıyorsun.. En işe yaramaz Tanrı evladını tanıdığın için şanslısın... Az biraz zaman sonra gideceğiz buralardan... "


Giderken söyleyeceğim söz için sabrediyorum... Çok pis hazırlandım çok...

24 Ekim 2007 Çarşamba

Sözüm Yok

İnternet sitelerini ziyaret etmeden geçmeyiniz... Çok renkli...


1. Meet The Robinsons





2. Ratatouille



3. Flushed Away

Son Günler...

Başlığa devam etmem gerekirse son günler gerçekten de karamsar hissediyorum... Haberleri izliyorum, gazeteleri okuyorum... Yalanları diğer insanlar gibi yutuyorum. Hırsımdan orduya yazılmaya kalkışıyorum. Aptal referanduma oy vermiyorum. Protesto ediyorum. En gerçekçi haberler için Ekşi sözlük okuyorum... Ama yine de tatmin olmuyorum. Bir sürü film izliyorum... Yine de umutsuz sürecim devam ediyor. Düşmanların içimizde olduğunu bildikçe kişilerden soyutluyorum kendimi. Hele ki 00:20'de dağdaki "hainin evlatları" mehmedin üstüne kurşun sıkarken benim sarhoş olup tepindiğim aklıma geldikçe daha da kötü hissediyorum kendimi. Öfkemi anlatmaya kelimelerimi yettiremiyorum ülkemin durumuna. "Hasta" lakabı "kötürüm" e hatta "moron" a çevrilecek diye korkuyorum topraklarım için... Merak ediyorum da malüm köşkte, -Ankara'daki canım hatırladın mı? Yeni değiştirilmiş möblelerinde otururken Hayr-ünüssa Gül neler düşündü bu durum için? Kızının ve damadının balayını nasıl geçti acaba? Oh zaten cahil milletim bilip bilmeden bastı da "evet"e oyunu. Kutlama yaptılar mı merak ediyorum doğrusu.



Bizler rahat uyuyamıyoruz yataklarımızda. Kaç kişilerin cancağızı yandı diye düşünüyoruz. Kaç anne bekliyor evladının şehid olmuş naaşını? Kaçı sinir hastası olmuştur bugüne kadar? Kaçı evladını yanında görmek için varını yoğunu verir? Peki Hayr-ünüssa Hanım yeni bir buzdolabına kaç bin dolar verir? Hangisini seçeceğine karar vermek için kaç gece uyuyamaz? Öyle ki daha fazla ödenek için malüm kişilerle ettiği tartışmalar sonucunda sinir hastası olma yüzdesi kaçtır? Peki ben sormak istiyorum; giderlerken parayı geriye koyacaklar mı? Ne kadar tasarruf edecekler bu yıllar içerisinde? Daha ne kadar kamburu olacaklar bu ülkenin?
Bunların hepsi cehennemde kaç yıldan başlar acaba? Rızkını yediğiniz bu ülkenin insanları ile karşı karşıya hesaplaşılacak mı orada?



Bunların hepsi acı, fakat gerçek... Rüya değil yani...
Bu yüzden herkese çok amaçlı Solo tuvalet kağıdı armağan ediyorum. İşinize yarar umarım. Solo ; en pahalı tuvalet kağıdı markası... Ödenek çıkartıcam kendime... sizlerden para çıkmayacak yani rahat olun... (!)

20 Ekim 2007 Cumartesi

Ey Cemaat!

Eş dost hısım akraba durmadan sormakta "neden evlenmiyorsun?", "ne zaman evleneceksin?" vs.. Cevap hakkımı buradan kullanmak istiyorum sayın okuyucu... Babamın Cumhurbaşkanı olmasını bekliyorum, olamazsa da en azından bir Başbakancık olsun... O da olmadı maliye bakanı... İşte o zaman gelin arabamızın ardına boş kutu kola kaplarını bağlayacağız... Gelin çiçeğimi de meclise hibe edeceğim. Söz veriyorum. Hatta and içiyorum.

Yarım saat sonra eklenene bebek haberleri;

* Halacığın aylar sonra bir bebeği olacakmış...
* Kuzen Aslı'nın kız beklerken erkek bebeği olacakmış...

Güne bebekli haberlerle başlamak ne kadar keyifli ulu Tanrım... Daha önceki bir yazımda yakarmıştım "bir bebek olsa da sevsek" diyerekten , başka bir şey isteseymişim olacakmış yav! Tüh! :DD
Hemen olsunlar da sevelim di mi :)

15 Ekim 2007 Pazartesi

Blog Action Day

Bloggers Unite - Blog Action Day


Takvimimde 15 Ekim gününü yuvarlak içerisine almışım. Bir adet ok çıkartmışım boş bir alana ve eklemişim " Çevre ile ilgili yazı yaz, unutma!" Pembe keçeli kalem ile üstünü çizmişim. O gün, bugünmüş.



Çok değil, sadece bir gün evvel meteorolojinin tahmininden çok fazla su düşmüştür İstanbul ve çevresine. İlk önce sevinmiştir cemaat; demiştir ki; "oh oh ne alâ, barajlarımız doldu, susuzluk çekmeyeceğiz bu bahar". Sonra bakmıştırki bu deli divane yağmurun duracağı yok. Gittikçe hızlanmakta, durdurak bilmeden yeryüzüne çakmakta tokadını. Her yan sel, çamur deryası. Bayram dönüşü yollar tıkalı, insanlar saatlerce otobanda kuyruk, iki ters yön şerit arasından suyun akacağı yer yok. Sular arabalara doğru geri gelmekte. Belediyeler endişelenmeye başlamıştır. Kanalizasyonlar taşıp sokaklara bulaşmıştır. Dükkanlar, zemin kat evler viran olmuş, insanlar bayramın ortasında sefil... Devlet büyüklerine sorarsanız onlara göre tüm suç yağmurun. "Küresel ısınma aldı başını gitti. Soğuk çok soğuk, sıcak yandım allah feryat figan. Bir türlü de yaranılmıyor bu millete canım!!!"




İşte hepsi bu! Aldınız mı cevabınızı devletten? Yahut ne kadar meraklıyız bir şeylerin hesabını bizi duyamayacak kişilere sormaya. Cevapları bile bile... Evden dükkandan dışarı atmaya çabaladığı suyu doğru denize döken insanlara bir ceza var mı devletten? Soran var mı ne yapıyorsun kardeşim sen? Deniz çöplük mü? diye? Cevap e) şıkkı. Hiçbiri!



Kaç kişinin hanesinin önünde bir adet meyve ağacı var? Çiçek var? Ot var? Yeşil var? Ama suni değil bakın gerçek yeşil var?



En son ne zaman dalından elma koparıp yediniz? Ayva? Kiraz? İncir?



Düşünün bakalım sabah camı açtığınızda mis gibi havayı kaç yıl evvel çektiniz ciğerlerinize? 3? 5? 11? 20?



Hiçbir şey için geç değildir... Hayatta kendime göre ne kadar sorumluluğum varsa; beni yaşatacak olan bu dünyaya da var. En azından seneye tekrar aynı ağaçtan elma koparıp yiyebilmem için.


ps: Büyükbabam elma ağaçlarına her zaman iyi bakar :)

Fotoğraf: 13 Ekim 2007-Düzova Köyü

14 Ekim 2007 Pazar

Kaç Gün Geçti Aradan Ayrı Ayrı?


İtiraf ediyorum ki; sizi biraz ihmal ettim. Sebebi ise kesinlikle Facebook'tur. Son yılların Youtube'tan sonraki en büyük kitle bağlayıcı trendidir bu meret. Eh araya bayram da girince kendimi iyiden iyiye salmış vaziyetteyim. Ne yaptım bayramda peki?



12 adet film izledim öncelikle. En rahat koltuğa zamkladım kendimi. İnternet bağlantısından eser olmayan köyüme gittim. 2 gün orada inzivaya çekildim. Eş-dost gördüm. Memleket havası soludum. Bolca üşüdüm. Bolca çikolata yedim. Az miktarda sigara içtim. Fotoğraf çektim deli divane.




Ayrıca bu sabah annem beni iyiki doğurduğu için pasta alıp doğum günümü kutladı :) Kocaman olmuşum fakat hala onun için miniminnacık (!) bir bebekmişim. Dileğimi dileyerek söndürdüm mumları... Her yıl aynı dileği dilemekten bıkmıyorum maalesef...



Hepsi bu. İşimdeyim gücümdeyim. Hayat devam ediyor. Bu kadar da üstünkörü yazdığım için özür diliyorum ahaliden. Hele bir kafamı toplayayayım 12 adet film eleştirisi ve bir sürü fotoğraf ile karşınıza geleceğim.

9 Ekim 2007 Salı

Kazan Kazan, Kaybet!

Çoğumuz belli bir mesleğe sahip, emir altında çalışan yetişkin insanlarız. Zamanımızı ve emeğimizi işimizi iyi yapabilmek için harcamaktayız. Bazen Cumartesi, bezen Pazar günlerini işyerinde yetiştirilemeyen işler için feda eden de çok fazla. Peki kaç kişi emeğinin karşılığını alıyor? Elleri görelim... Kaçınız mutlu mesut gelecek planı yapabiliyor bulunduğu işyerinde? Hani eller?


Çevremde gördüğüm insanların hepsi iş arıyor. Bir işlerinin olmasına rağmen. Ya daha çok para, ya daha çok dinlenecek vakit ya da huzur için. Benim için en önemlisi sanırım işyerindeki huzur. İyi ilişkiler içerisinde bulunulan bir patron. İnsana yakın arkadaşlar. İş verimliliğini arttıran en büyük faktörlerdir saydığım iki şık. Bu "kazan kazan" stratejisidir. Bir de tersi vardır ki üstüme yapışmış çamurdur kendileri.

Bugün bir arkadaşım hayalindeki iş için görüşmeye gitti. Çok iyi geçtiğini söyledi görüşmesinin. O daha çok para için işini bırakmıyor. Kendisine vakit kalsın diye de... Sadece hayalindeki huzur için yapıyor bu değişikliği. Sonra sıra bana gelecek sanırım. Umarım. Herşey gönlümüze göre olur.

8 Ekim 2007 Pazartesi

Cehennemin En Nadide Parçası



Nadide Sultan,
Hani o kumsalda koccaman memelerini mavi bikinisinden çıkması için gümbür gümbür koşan ve en sonunda sol memesinin ucunu çıkartmayı başarmış, burnu kocaman, sesinin neye benzediğini bir türlü hatırlayamadığım, evlenmeden evvel burnunu yaptıran, göğüslerini küçülttüren fakat evliliğinde bir türlü mutluluğu yakalayamamış "konyalı" ismine yapışmış kız. Tabi ki hatırladınız. Bu sabah ben kahvemi yudumlarken gazetemin magazin sayfasındaki habere dikkat kesildim. Yeşil, hoş bir elbise giymiş İpek Tuzcuoğlu'nun haberini okudum. "Tek kişilik" isimli albüm çıkartıyormuş. Sonra haberde değişimden falan bahsetmeye başlanıyor. Bir de baktım Bu kız Nadide Sultan'mış. Yani sevgili Nadide kendine has mizacını almış çöpe atmış ve İpek'in kılığına bürünmüş. Hem de sonsuza dek. Ben olsam Deniz Akkaya gibi yapardım sanırım. Liv Tyler'ın resmini alıp giderdim doktora İpek Tuzcuoğlu'nun değil kesinlikle. "Tek kişilik" albümünü de kimsenin dinleyeceğini zannetmiyorum maalesef elinde patladı estetik masrafları. Halbuki ben Nadide'yi severdim. Kendine has bir güzelliği en azından doğallığı vardı şimdi yok, uçmuş gitmiş. Hey gidi hey.. Bir gün eve gidip "anne ben geldim dediğinizde annenizin sizi tanıyamaması ne kadar da kötü bir durum olurdu değil mi?"
Halbuki ben bugün ölüm hakkında yazı yazacaktım... Belki yazarım.

7 Ekim 2007 Pazar

Eller Yukarı Masaüstü Dışarı

Barış Ünver silahını burnuma dayayarak "Çabuk masaüstünü göster" demiş :S Mimlemiş... Hemen gösteriyorum Barışçım...


Eh bu saatten sonra bana da mimlemek kalır öyle değil mi?

Acaba ben kimlerin masaüstünü görmek istiyorum?

Goddess Artemis ve Okan Vardarova 'nın masaüstünü görelim bakalım...

5 Ekim 2007 Cuma

Mim Üstüne Mim!

Severek okuduğum Burak Doğan beni mimleme güzelliini göstermiş. Hem de sormuş; "En yakınınızdaki kitabın 187. sayfasının ilk cümlesi.. "... Şöyle bir etrafıma bakındım. Yıllardır okumaya çok üşendiim ve nedense başucumda bekleyen Jim Crace'in Karantina'sı nihayet bir işe yarayacaktı. Açtım 187. sayfayı... Aynen şöyle diyordu ilk cümle; "Serbest kaldıkları anda kovanın içindeki kraliçelerine geri dönüyorlardı." Aslında paragrafta arılardan bahsetmekte. Ve Musa'ya anlatmaktılmakta olay. Tabi ben de kitabı okumadığımda henüz ne anlatmak istediği konusunda fikir sahibi değilim.

Değişik bir mim konusu ve cevabı oldu değil mi?

O halde ben de merak ediyorum bu mime Can Elçin, Dinçer Başdemir ve Mert Ulaş Beyler ne cevap verecekler?

Bekliyoruz heyecanla.

4 Ekim 2007 Perşembe

Sadece Üç Harf: Mim!

Bir kalktım baktım bir adet yorum var benim için... Goddess Artemis Hanımefendi beni mimlemiş. Onunda dediği gibi bir süredir ortalarda gözükmeyen mim dalgası ilk fırtına ile birlikte yine geldi. Aslında bende tam olarak bugün ne yazabilirim diye düşünmekteydim, Artemis konuyu ayağıma kadar getirdiğin için teşekür ediyorum.

Konumuz; İnsanı çıldırtan detaylar.

1- Yolda, işyerinde herhangi bir yerde yavaş yürüyen insanlar beni çıldırtmakta. Bundan daha önce de bahsetmiştim. Salına salına, süklüm püklüm yürüyen bir sürü insan. Ve en arkalarda ben. Buna tahammül edemiyorum.

2- Yine aynı kalabalık yolda yürüyen insanevladının önünüzde birdenbire yere çömelerek ayakkabısının iplerini bağlaması, arkadaki güruhun birbirine girmesi, ve bu güruhun içinde bulunmak..

3- Evde yahut işyerinde telefonların, kapı zillerinin durdurak bilmeden çalması.

4- Büyük mağazalarda dahi bir takım elbisenin sadece bir bedenini getirtmeleri. Yani koca şehirde 38 beden elbiseyi sadece bir kişi alabilir demek olmaktadır bu. Yine aynı alışveriş merkezlerinde illaki takım olarak satmaktadırlar. Pantolon ayrı ceket ayrı satılmamaktadır. Sezon sonuna doğru aynı mağazaya gidildiğinde bakılır ki bu ünlü ikili ayrılmış ve tek tek satışına başlanmıştır. Sorarsınız "38 bedeni var mı?", "Aaa! kalmadı, ama ceketi duruyor." Çıldırmam için ne de güzel bir durum...

5- Şehiriçi minibüslerine güne giden ya da günden gelen kadınların binmesine inanılmaz sinirleniyorum. Huraaa akın ediyorlar minibüse ve okuldan çıkmış küçük çocukları o ağır çantalarını hiç düşünmeden "kalk bakiim evladım teyze otursun" lafıyla kaldırıp kocaman götlerini yerleştirmekten asla utanmıyorlar bu kadınlar. Ben asla yer vermiyorum.

6- Cosmo Store mağazasında çalışan kızlara uyuz oluyorum. İçeriye girdiğinizde ilk önce sizi bir süzüp ona göre muamele eden hatunlara karşı bir gün Voltran'ı oluşturacağım haberleri yok henüz. sabahtan ağır makyajlarını yaparak bütün gün ayakta durup gelen geçene ürün satmak zorunda oluşları bana büyük zevk vermekte açıkçası.. Ben ise daha yeni kalkmışım ve alt tarafı aseton almaya gitmişim. Bir de böyle size uyuz olup gelip konuşma gereği duymayanları vardır. Ben gidip inadına abuk abuk sorular sorarım. Huyumdur.

7- Devamlı öksüren, hapşuran insanlara "eh yeter ulan" diye bağırasım geliyor. Yani hapşuracaksan en çok 2, öksüreceksen balgamsız 3 kez hakkın var. Sonrasına ben karışmıyorum..

İşte böyle... Aslında çok fazla şeye uyuz oluyorum. Beni çok şey çıldırtıyor. Kaprisli miyim? Takıntılı mıyım? Emin değilim. Ama ben de mimlemeyi istiyorum evet evet... O büyük anı ben Eda suner'cim Çılgın Wykka ve Doğancan Ülker ile paylaşmaktan mutluluk duyuyorum.

Saygılar bizden.

2 Ekim 2007 Salı

Baskı Hep Vardı Ama Mahalle Kalmadı

Biz küçükken, henüz okul sonrası mahallede ezan okuyana kadar arkadaşlarımızla deli danalar gibi koştururduk. O zamanlar hiç bir baskı hissetmezdik üstümüzde. Bilirdik ki ezan okusa ve üzerinden beş dakika geçtikten sonra annemiz cama çıkıp, eve gel çağrısı yapacaktır. Eğer ki biraz cesaretli ve asi bir çocuksak, diretiyorsak bir beş dakika sonra da baba cama çıkacaktır ve bağırmasına gerek kalmadan göz göze gelmeniz evin yolunu tutmanız için yetecektir. Biliyorduk bunu. Hangi sabî sübyan yaşamamıştır ki?


Benim bu sokak çocuğu zamanlarım küçük bir mahallede geçti. İki katlı müstakil bir evde, sokağa bakan dış kapısı işlemeli, sokağın hemen karşısında da ilk okulum. Benim için okula gitmek bu kadar kolaydı işte. Tennefüslerde eve gelmek de bir o kadar sıkıcı. Mahallede inanılmaz farklı tarzda arkadaşlarım vardı. Hepsi birbirinden psikopattılar bana kalırsa. 8 yaşındayken iki adet türbanlı arkadaşım bile vardı. Birinin 4, diğerinin 2 kardeşi olduğunu da düşünürseniz şu günlerde sıkça tartışılan mahalle baskısını rahatça kavrayabilirsiniz. Yani oturduğumuz yerde sadece annem ve yan komşumuzun başları açıktı ve çalışıyorlardı. 1988 yılında bile bu inanılmaz yadırganan bir durumdu.


İlk küfürümü yine bu yaşlarda ve bu kişilere karşı kullandığım geldi aklıma. Ben bir çocuktum. 6-7 yaşlarında. Bir anneme bakıyordum bir de diğer kadınlara. Annemin bacakları gözüküyordu etekleri altında fakat diğerlerinin bacakları yoktu. Annem evden düz, uzun saçları ile çıkıp permalı saçlarıyla dönebiliyordu. Fakat diğerlerinin saçları yoktu. Benim arkadaşlarımın da yoktu. Uzun, dar etekleri vardı. Uzun kollu gömlekleri. Benim şortlarım vardı, tişörtlerim, kısacık saçlarım; ensemde, uzun ince, boncukla süslenmiş kuyruklu saçım. Yaz tatilleri benim için günün 10 saati oyun demekken onlar için kuran kursu demekti. Kurs sonrasında yere değen eteklerini sürüyerek o kalabalık bana doğru gelir ve öğrendikleri iblis hikayelerini anlatırlardı. Tükürüklerini saça saça. İç bunaltıcı... Ve bir gün...

Benim neden başımı kapatmadığıma geldi konu. Küçücük, yıkanmış beyinler oturup bunu sorgulamışlardı. Ve bir mürit daha katmak istemişler yıkama seanslarına. İp atlayacağımız yerde, konuştukları konu sizce bugün değiş midir? Yani çocuklar bugün bunları konuşuyorlar mıdır? Hiç sanmıyorum.

O konuşmadan sonra ayağa kalkarak "Piçsiniz olum hepiniz" diye bağırdığımı hatırlıyorum açık açık. Eve doğru giderken annemi gördüm camda... Onu görünce ağlamaya başladım. Titrek sesimle bir kez daha döndüm arkama ve yine bağırdım; "Geçmeyin bir daha benim evimin önünden" Tehtide bak sen? :) Benim için konu başı kapalı olup olmamak mıydı? Değildi... Nasıl farkedicektim ki bunun ayrımını? Sadece beni dışladıkları için üzülmüştüm hepsi bu.


Biz buna günümüzde Mahalle Baskısı diyoruz.

Acı ama gerçek.