31 Temmuz 2007 Salı

NİL-oloji

Günlerdir odamın sonuna kadar açık camından (üst komşu Gülseren iyi bilir, belki şimdiye ölmüş de olabilir) Nil Karaibrahimgil sesi yükselmekte... Söylediği, yazdığı, bestelediği her şarkıyı dinliyorum... Çekilen kliplerini izliyorum... Notlar alıyorum... Vs... Yani bu; ismi kadar kısa boylu, soyismi kadar uzun hayalî patikasıyla bir Nil yazısıdır.

Gördüğüm kadarı ile Nil'i seven çok sevmekte sevmeyen hiç sevmemektedir. Bu biraz acımasız aslında. Bir kaç gününüzü ona ayırdığınızda algılarının ne kadar açık, dikkatinin standardın üzerinde yadsınamayacak bir gerçek olduğu görülebilir. (Ben gibi bir Terazi burcu kadınıdır, sebep kesinlikle bu) Kendisini tv'de ilk gördüğüm zaman Hazırkart'ın çıkmasına denk düşer... Şapkası, postalları, şortu, renkli gözleri, uzun bakımsız saçları, 18'lik çıtır edası ile dağ, tepe, bayır bir şeylerin ardından giden ve şarkı söyleyen bir kız... Herkesin onun hakkında bir yorumu varken cool görüntüsü beni sessizliğe bürümüştür.

2002 yılına tekabül eden Nil Dünyası onun için bir ilktir. Çoğu kişi bu albümü diğerlerinden daha bir sevmiştir eminim. Çıkış şarkısı olarak belki de en akıllıca tercih yapılmış ve XL'a klip çekilmiştir. Parıltılı, oturaklı, farklı bir klip olmuştur bu Türk pop'u için. Yeniliktir. O dışarıdan izlediğim kızın bu kadar güzel sözler yazmış olabileceğini kendime oturup anlatmışımdır. İkna etmişimdir önyargımı. -Ta ki bir televizyon programında onu görene kadar. O cool, klibinde oturarak gitar çalan hatun bir süre sonra sırtına iki adet kanat takarak, garip, absürd kıyafetler giyerek, ortalarda "ben daha 17 bilemedin 18 yaşında gibiyim" diyerek afiş dağıtıyordu... Hayal kırıklığım bir yana önyargımının nisbetleri tahmin edilemez cinstendi... Kendimi haklı çıkartmak için oturup dinledim tüm albümü, akabinde "Kek" parçasının klibi dönmeye başladı tv'lerde...Artık kendimi ve Nil'i savunmam için bir sebep kalmamıştı. Vazgeçtim... Sonrasında çıkan albümüne kadar hiçbir şarkısını dinlemedim, klibini izlemedim. Hep aklımda XL klip görüntüleri kalsın istedim. Öyle de oldu...




16 Ocak 2004 gibi soğuk bir tarihte ikinci albüm geldi Nil'den. Nil Fm... Çevrede Nil'in dans dersleri aldığı söyleniyordu... Yine de gözde büyütmemek gerekliydi... Çünkü dans edebilmek yetenek isterdi -ki Nil'de bu yoktu... Ama o bunu umursamadı... Dans ise gerekli olan etti, aynı sesi olmadan şarkı söylemekte ısrar ettiği gibi... Çünkü Nil ekrana yakışıyordu... Kendisini dinletebiliyordu... Klipleri kaliteli ve eğlenceliydi... Ülkemizde çıtırlık akımı yayılmaya başlamıştı hatta yerleşmişti bile... İşte Nil'in şansı zamanlamasıydı... Albümün ilk klibi çıktı... Ben oturup ağladım... Beni şu güne kadar ağlatabildiği tek şarkısı Gitme Yoksa ile dans edemeyen, morlu yeşilli elbisesi ile Nil, camın ardında ağlayan Melinda... İstememmmmmmmm, diye haykırdık günlerce... Albümün geneli her ne kadar vasat olsa da Gitme Yoksa vardı ya olsundu... Akbaba gibi rezil bir şarkıyı bile es geçerdim, geçtim de...



Ve evet! 2 Mayıs 2006'da Nil tek taşını kendisinin aldığını cümle aleme ilan ettiği, Tek Taşımı Kendim Aldım (T.T.K.A.)albümü ile insanlığa yine merhaba dedi... İlk ikisinden çok daha harap olan bu albümü bir kez dinledim. Bir daha dinleyeceğimi sanmıyorum... Tahmin edebileceğiniz gibi yine bir şarkısına takılmıştım; Bu mudur? altyapı olarak güzel bir şarkı. Şaşkınlığım ise; nasıl olur da ilk klip böyle tatlı bir parçaya çekilmemiştir de sapına kadar feminen olan Pırlanta milli olmuştur? Bunu ise kendimce önceki albüme bakarak cevaplamışımdır. Nil Fm'de Bütün Kızlar Toplandık ve akabinde Çocuk Da Yaparım Kariyer De inanılmaz ilgi görmüş ve bir çok yerde kızlar komitesi, çalışan kadın kim ne yapmaz sloganlarını doğurmuştur. Gidişatı bozmamak adına Pırlanta, Bu mudur?'un hakkını yemiştir. Ama ben yedirmem!



Genele baktığımızda Nil tatlı bir kız... Ben ise hala Nil'i sevip sevmediğimin kararını veremedim... Bu da kimsenin umrunda değildir eminim.

30 Temmuz 2007 Pazartesi

Kadınlar Hamamında Bir Joker

Başlığa bakarak lezbiyenlik üzerine birşeyler anlatacağımı zanneden Apollon'u şöyle diğer odaya alalım önce peşin peşin... Çünkü bu fazla kızsal bir iklim çeşidi... Barınamayacağım, sadece kısa süreli ziyaret edeceğim bir coğrafya...

Herşey sarı elbisemi giymemle başladı... Fazla hanımhanımcık, kırılgan bir tavırla gittim tikky güzeli kuzenimin evine... Sarı saçları, yeşil lensleri, zenciden bir açık ton bronz teniyle, şekerleşmiş gülümsemesiyle açtı kapıyı... Önce Altuğ'lardan Pınar'ın evine geldiğimi zannettim ama hayır bu oydu... Havadan sudan, sıcaktan, evlilikten, çocuk istediğinden, yemeklerden, bebek giysilerinden, kakao kreminden, diyetten, tatilden, şezlongtan bahsettik... Apayrı fikirlerimizi ortaya koyduk... Sıcaktı hava evet! evlilik iyi bir şeydi... çocuk yengeç burcu olmalıydı... Sebze yenmeliydi, özellikle hamilelik döneminde... Bir kızı olursa onu süslemek gerekiyordu... Kakao kremi inanılmaz bronzlaştırıcıydı... Bol su içilmeliydi diyet sırasına... Tatil mekanı olarak Alanya en uygunuydu... kumlanmamak için şezlongda yatılmalıydı... Sıkıldın değil mi? Ben de... Ama bu daha hiçbir şey...

Sonra kapı çaldı... Fulya geldi... İş arkadaşı olurmuş kendileri... Ben de ilk kez tanıştım... Televizyonu açtık... Haberler var... Bu iyi... Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt açıklama yapıyordu... Duyabildiğim kadarıyla eleştirilen konu "Atatürk ilke ve ınkılaplarının anayasadan çıkartılmasıydı". Tam olarak bu muydu pek emin değilim çünkü birden zap yapıldı ve Samyelilerden Defne anons sesini yükselterek "Evet sayın seyirciler, Bülent Ersoy evlendiğinin yirminci günü Armağan tarafından aldatıldı (!)" ... O kocaman tane tane olmuş kirpiklerini aça aça yaptı bu dehşet anonsunu... Ve odada büyük bir kıpırdanma, bir devinim gerçekleşti... "Nasıl olurdu böyle bir şey?", "Ya çocukluk arkadaşı ise bu kız?", "Ama bence aldatmamıştır bu çocuk daha Bülent'i, para biriktiremez bu kadar az zamanda"... Dedim ki benim de bir yorumum olmalı bu konuda... Ben de onlarla aynı cinstendim... "E ne yapsındı bu kadın? Onun da ilgiye, şevkate, orgazm çığlığına ihtiyacı vardı" Sonra dedim ki içimden "hadi melinda sus sen sus!" Bir süre bu muhabbeti ettiler... Kendimi kör cahil hissettim... Hepsi bu kadar mı sanıyorsunuz?

Akabinde en sahtesinden bir dizimsi başladı... Meğerse biz bu dizinin başlamasını bekliyormuşuz sayın okuyucu... Pür dikkat erkek başrol oyuncusunun yakışıklılığını, esmerliğini tartıştılar... Kısaca özet geçeceğim sana; "Eski Türk filmlerinde Ediz Hun hani bir köye gider ve burada Türkan Şoray'ın köylü haliyle tanışır. Aşık olur. Ona sahip olabilmek için evlenir. Sonra şehre geri döner.. Hatun da bunun peşinden gelir..." İşte bu... Ama bunu büyük bir heyecan ve tatlılıkla nasıl anlatabiliyorlar şaşkınım... Bir ara reklamlar başladı... Mehmet Günsür o muhteşem haliyle beni kendime getirdi... Gitmem gerekliydi artık... Sıcaktı ve ben sadece sıcaktan bunalmamıştım... Eteklerimi savura savura kulağıma taktım Lake Of Tears'tan Last Purple Sky şarkısını... Cânım evimin yolunu tuttum...

Tabi atlamamam gerekir ki; Papaz büyüsü ciddi anlamda kötü birşeydir. Büyü yaptıranın yatacak yeri yoktur... Muska bırakan cinler bile vardır... Tövbe yaa valla tövbe... [bunu da konuştuk]

Yolda Mehmet Günsür'ün ciddi anlamda yakışıklı olduğunu düşündüm... Ne güzeldi... Yaşamak bazen güzel olabiliyor... Ben de bir bayanım, her ne kadar sarışın olmasam da, kocaman küpelerim olmasa da, topuklu ayakkabı giymesem de, 25 yaşın çocuk yapmak için erken olduğunu savunsam da, boncuklu gömleklerim olmasa da; bir adet rimelim, iki adet göz kalemim ve bir tane rujumsu dudak parlatıcım olsa da...


Not: Fotoğraflar "sakla samanı gelir zamanı" arşivimdendir.

28 Temmuz 2007 Cumartesi

Kavanozumdaki Sekizinci Cüce


Geçen haftasonu aklımdan öylesine geçirdiğim "yahu ne zamandır şöyle mıncıklanası bir bebekle karşılaşmadım. Birileri doğursa da sevsek" dileğimi anında hayata geçiren Allah babaya teşekkür ederim. Minibüse bindiğim anda gözgöze geldiğim ve adını camgöz koyduğum Pamuk Prensesin bir tanesine daha tahammül edemeyeceğim diyerek dışladığı minik cüceyle mıncıklaştım.

Herşeyin küçüğü güzel derler ya atalarımız...cidden hak vermek lazım gelir... camgöz dışında bir de Rihanna fanı Ateşoğlan var ki görmek yetmez yaşamak farzdır. Ayağınızla tempo tutmak zorunda kalabilirsiniz bu bakımdan önce Umbrella şarkısını ezbere bilmenizde yarar var. Ortak konu bulmak zor olabilr :)






Bebecikler dışında bu sabah zor da olsa o beklediğim shutdown gelmiş bulunmakta...İnanılmaz özgür hissediyorum. Sabaha karşı bir sigara içmek, hem de olağan güneşe merhaba partisi için banklara oturdum...


Güneş altın rengi sıvısını dünyaya höykürdüğü vakit yalnız olmadığımı ve minik kuşun da benimle birlikte ayine katılmaya karar verdiğini anladım... Kulaklıklarımı çıkarttım ve kablolardan çıkıveren Opus Life is Live diyerek heyecanımıza heyecan kattı, Tanrı ise mesajını altın renginde yaymaya başladı...




Sonrasında gümüşi bir renk aldı her yan... Zannettim ki yolun sonuna geldik, kapı aralandı ve ben artık gidiyorum... Etrafta kimsecikler yoktu... Giderken en iyi hangi fon müziği iyi olur diye bir iki dakika düşündükten sonra -ki bu seçim hepsinden zordur, Rammstein-Sonne'de karar kıldım...Yürümeye başladım...



Ey Tatil!..

Fukara tatil!..

Gözün çıksın olur mu?

25 Temmuz 2007 Çarşamba

En Ön Koltuk Benim


Ülkemizde 26 Ekim 2007 Cuma günü vizyona girecek olan, fakat o güne kadar nasıl sabredeceğimin meçhul olduğu, zihnimde belirdikçe günlerin kabızlığını yaşamaktan korktuğum, beni heyecanlandıran bu film için sinemaya gitmeyi planlıyorum. Uzun zamandan sonra ilk kez aklıma sinemaya gitmeyi, aynı anda patlamış mısır yemeyi getirdi bu muhteşem müzikal. Amerika'da vizyona girdiği ilk hafta gişeleri birbirine katmış, kılıçtan geçirmiş bir film.




Yönetmenliğini ayrıca yapımcı da olan Adam Shankman'ın yaptığı, [Shankman ismini filmkolikler "Wedding Planner,The", "Premonition" filmlerinden hatırlayacaklardır. ] başrollerini John Travolta, Michelle Pfeiffer, Christopher Walken'ın paylaştığı bize göre coming soon filmdir. Pek çok film eleştirmenine göre Travolta bu yıl bir çok ödülü koltuk altına alacak gibi gözüküyormuş.



Filmin internet sitesini mutlaka ziyaret etmenizi öneririm ama önce kısa bir özet geçmem gerekirse; "Film uzun yıllar Broadway'de de perde açan ve pek çok kez Tony ödülü kazanan müzikal Tracy Turnblad adlı şişman bir kızın öyküsü üzerine kurulu. TV'deki bir şov programının hayranı olan genç kız, bir gün programda çalışan yıldızlardan birinin hasta olduğunu öğrenir ve yeni yıldız için yapılan seçmelere katılır. Ama onu bekleyen kocaman bir hayal kırıklığıdır. "
Aauuuwww! seslerinizi duyar gibiyim...






Not: Rock'n Roll severler filmin soundtracklerini pek bir sevecekler.



24 Temmuz 2007 Salı

Only Youuuuu!!!

Kaçınız annesinden; "başkasının evindeki buzdolabı açılmaz, ayıp, görgüsüzlüktür" lafını duydu?

Peki evinize gittiğinizde ilk aklınıza gelen, ite kaka, tekrar tekrar, bazen ayağınızla, bazen poponuzla kapağını açıp kapattığınız, raflarında yer bulamadığınız yahut içine oturarak king oynayabildiğiniz buzdolabınıza dikkatlice ve alıcı gözüyle baktınız mı? Şöyle bir süzüp, onun hakkında fanteziler pişirdiniz mi? Hiç buz yapmadığı yada çok buzlanma yaptığı için kaç kez küfür ettiniz? Kızgınlığınızın kamçısını kaç kez şaklattınız alt kapağına bre insanoğlu?

Ya hiç onu anlatmayı denediniz mi?

Kendi adıma konuşmak gerekirse; neredeyse beşbuçuk ay önce Deli Nusret gelip de ruhumu esir aldığında buzdulabımızın kapağını açıp yere çömelip onu izlemişliğim vardı, fakat hiç bu kadar detaylı düşünmemiştim.


Ta ki bu linke => (
aç bak ne duruyorsun ) denk gelene dek...

23 Temmuz 2007 Pazartesi

Bir Kritik Yönetmen

Gece gece aklıma düştü Reha Erdem. Kıyıda köşede kalmış, kendi halinde, orjinalliği ikinci ismi olarak bellemiş, benim için çok ünlü yönetmen... 1960 İstanbul doğumlu Reha (Reha diyebilirim değil mi? bkz:otisabi). Galatasaray Üniversitesi'nde 1095 gün tarih okuduktan sonra, sinema okumanın daha mantıklı olacağını düşünmüş olmalı ki Paris VIII Üniversitesi'nde bu ereğini de gerçekleştirmiş. Sadece okul okumakla olmaz bu işler, uygulamalı da çalışmalı... Okuduğu zaman zarfında Fransa'da üç adet kısa film çekmişliği var. 1990 yılından şu ana kadar reklam yönetmenliği yapmakla kalmıyor efendim, dünya standartlarında filmler döşüyor söylemesi ayıptır.
Daha henüz tanıyamadınız değil mi? Diyorsunuz ki kim bu Reha Erdem? Hangi filmleri çekmiş ki Melinda anlatıyor duruyor?
Bir göz gezdirelim o halde... (Belki bir gün bir reklam filminde durakta oturan 4. kız rolünü verir bana da kameraya el sallarım)



1996 - A Ay

Bir türlü bulup da izleyemediğim Reha filmi. Başrollerini Yeşim Tozan, Gülsen Tuncer'in paylaştığı 1988 (1996 vizyon tarihidir) siyah beyaz bir dramdır.



Başrollerini Taner Birsel, Bennu Yıldırımlar, Zuhal Gencer Erkaya, Ali Düşenkalkar'ın paylaştığı Kimine göre bir Dram kimine göre gerilim (-ki ben gerim gerim gerildim) filmidir. Reha Erdem'in gerçek hayatın ta kendisini sunduğu sahneler hepimizin başına gelebilecek durum ve akabinde sergileyebileceğimiz davranışları özetler. Adım adım insanın değişimi, statü atlaması, yer yer zenginliğin getirdiği rahatlık yahut gerilim, bir sırrı saklamanın zorluğu...Toplumun paraya bakış açısı...vs...İzlenmesi farz filmlerdendir bence. Taner Birsel oyunculuğu ile 21. Siyad Türk Sineması Ödül töreninde en iyi erkek oyuncu ödülünü evine götürmüştür.



Benim en çok beğendiğim (şimdilik) Reha filmidir. Bana kalırsa muhteşem bir kurguya sahiptir. Ali Düşenkalkar, Işıl Yücesoy, Köksal Engür, Şenay Gürler isimlerini barındıran, İnsan anatomisini temel alan ve bunu düşünce ve davranışlar ile harmanlayan, izleyene keyifli anlar yaşatan, çekim kalitesi, dekor ve kostüm tasarımı enfes olan, hiç dikkat etmediğiniz durumları farkedeceğinizi umduğum filmdir . Zannediyorumki Reha'yı bu kadar fazla ödüle boğması boşuna değildir.

Ağır Spoiler içerir
Ali, geçirdiği bir kaza sonucu hafızasını kaybeder. Çevresindeki herkes, kendilerini Ali'nin kafa karışıklığı ile gelen bir karmaşanın içinde bulurlar. Elden ele dolaşan, sahibini arayan değerli bir yüzük, uzak bir hırsızlık hikâyesi ve yalan bir polis soruşturması da işin içine girince İstanbul'da bir mahalle halkı entrikalarla başbaşa kalır.
Spoiler bitti, rahat


2006 - Beş Vakit

Belki de şimdi hatırlayabildiniz Reha Erdem'i. Bu son film ile Türkiye'yi ayağa kaldırdığını düşünüyorum. Alışılmadık bir durağanlık, izleyiciyi konudan kopartmamayı başaran, doğanın tüm güzelliklerini gözlerimizin önüne seren, film sonunda aklımızda çok farklı düşüncelere zemin hazırlayan, boşrollerini Özkan Özen, Ali Bey Kayalı, Elit İşcan isimli üç çocuğun paylaştığı bir bir köy öyküsü...
Spoiler, hazır ol!

Sırtını yüksek kayalıklara dayamış, yüzünü yüce bir denize dönmüş, etekleri zeytinliklerle süslü küçük fakir bir köy.
Köyün sakinleri sert bir coğrafyayla başa çıkmak için uğraş veren, sade ve çalışkan insanlardır. Yiyeceklerini, günü gününe, topraktan ve besledikleri az sayıdaki hayvandan çıkarırlar.
Çevrelerindeki hayvanlar ve ağaçlar gibi kendilerinin de gelip geçici olduklarının bilgisini taşırlar. Bu yüzden ağırbaşlıdırlar.
Toprak, hava ve suyun, gecenin, gündüzün ve mevsimlerin ritmine göre yaşarlar.
Zaman her gün ezan sesiyle beş ayrı vakte bölünür. İnsana özgü bütün olaylar her gün bu beş vakit dilimi içinde yaşanır.
Yetişkinler büyüklerinden gördüklerini çocukları üzerinde devam ettirirler. Sevgilerini beceriksizce gösterip, dayağı cennetten çıkma sayarlar. Babalar daima oğullarından birini ötekine üstün tutar. Anneler kızlarına acımasızca buyurur.
Çocukluktan gençliğe geçen, 12-13 yaşlarında üç çocuk Ömer, Yakup ve Yıldız bu beş vakitli filmde, köy sakinleri arasında öne çıkar.
İmamın oğlu Ömer umutsuzca babasının ölmesini diler. Sadece dilemekle onun ölmeyeceğini anlayınca babasını öldürmek için çocukça yollar aramaya koyulur. Suçluluk dolu düşüncelerini arkadaşı Yakup'la paylaşır.
Öğrenciler köyün tek sınıflı okulunda öğrenim görür. Aileler, genç bir kadın olan öğretmene minnettarlıklarını evlerinde pişirdikleri ekmeği, koyunlarının sütünü hediye ederek gösterirler.
Yakup öğretmenine aşıktır. Suçluluk dolu düşüncelerini arkadaşı Ömer'den bile gizlemeye çalışır. Bir gün babasını öğretmeni gözetlerken görünce o da Ömer gibi babasını öldürmeyi aklından geçirir.
Yıldız hem okula devam eder, hem de annesinin üstüne yıktığı işlerin üstesinden gelmeye çabalar. Küçük bir bebek olan kardeşine annelik etmeye çalışır. Bir taraftan da kadınlarla erkekler arasındaki ilişkinin sırlarını irkilerek öğrenir.
Beş vakit geçer.
Çocuklar öfkeyle suçluluk arasında gidip gelerek, ağır ağır büyürler.
Ömer babasını öldürmekten vazgeçer.
Sevgiyle nefret arasında sıkışmış, çaresiz ağlar.

Spoiler, bitti
28.Siyad Türk Sineması Ödülleri, 2006
En İyi Senaryo Ödülü


En İyi Senaryo Ödülü
En İyi 3. Film


En İyi Yönetmen
Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü


Jüri Özel Ödülü
En İyi Senaryo

20 Temmuz 2007 Cuma

Bir Yaş Daha Büyüdük

Kirazlar oldu sanırım... Temmuz Ayı ya işte... Normal şartlarda Haziran'dan biraz daha sıcak, Ağustos'tan ılıkça zaman diliminin adı...


Bir rivayetime göre kiraz mevsiminin en güzel gününde bir adet papatya o muhteşem yüzünü çıkartıvermiş topraktan ovalığa doğru... Bakınmış şöyle bir etrafına... Çünkü çok sıkılırmış yerin altında... Beyazımsı elbisesini kirletmekten de korkarmış. Toprak birazcık kurumaya başlasa gözünün yaşıyla ıslatırmış yeri... Toprak Ana onu kollarına alır sallarmış... Uyuturmuş... İlk zamanlar dışarı çıkıp hemen tekrar içeri girmesi bunun zamanının geldiğinden emin olamamasıymış... Bunun için tam olarak karar verdiği gün yüzünü son kez toprak altından çıkarttığında başının yanına düşen kiraz çekirdeği o günü çok çok özel kılmış Doğa aleminde... 20 Temmuz işte bugünü simgeler...


Canım Annem iyi ki çıkarttın camdan gözlerini o topraktan...


İyi ki doğdun.


İyi ki....

19 Temmuz 2007 Perşembe

Saçlarındaki Minör Ve Majör Aykırılıklar

Benim için onu anlatmak hiç kolay değil... Ne yaptığının, nerede olduğunun pek de önemi yok... Önemli olan duruşudur, bakışıdır, nefes alışıdır, verdiği es'tir...

Orjinalliğin minör ve majör aykırılıklarını bünyesinde barındıran ve bunlardan böğürtlen reçeli yapan, Burcu'nun yaka kartı ve '91-'07 tarihleri arasındaki fotoğraflarıyla orjinallik tanımı için;

Bakınız: Dolores Mery Ellien O'riordan Burton...



1991-1993


1994-1995


1996



1997-1998

1998-1999


2001- 2002


2002


2002-2004


2005


2006

Sonra Dolores birdenbire büyüdü, üçüncü çocuğundan sonra daha ağır, daha güleryüzlü, yumuşakbaşlı oldu. 2007 yılı Mayıs ayının sekizinci günü bebeğini dünyaya getirdi. İlk solo albümü "Are You Listening?"...



Tam olarak istediğim gibi bir albüm mü emin değilim fakat, o yine hamurunda orjinalliğini korumuş... Yerine göre davranışlarındaki ağırlık asla sekteye uğramamakta...

2007

2007

2007

Gelelim Dolores için bu senenin trendine... 2007 yılı içerisinde kilotlu file çorap, kısa dar mini etek, dar tişört ve Kleopatra kesimi koyu renk saç Dolores'in konser tarzıdır.

Dokunmayın yakabilirim...

18 Temmuz 2007 Çarşamba

Aşkın Sırt Ağrıları

"Bir çocuk parkıyım, sessiz ve kederli... Salıncaklar içinde, yok hiç kimsesi... Arsız bir çocuk gibisin, şımarık ve tatlı...Sana herşeyimi vermek, içimdeki kıpırtı...Gün gelir kapımdan bakıp içeri girersin... Gün olur bu ıssız yeri terkeder gidersin... Sessizliğin dışından bir ses -seni bana getirdi... Karanlığın içinden bir ışık -gökyüzüne yükseldi...

Aşk bomboş bir park gibi...

Yaşlı banklar üstünde bir kaç ıslak sayfa... Bir hayaletin izinin taşıdı yarına... Unuttugun kolyen bir bebeğin koynunda... Senin silik ismini duyurdu yaşama...

Aşk bomboş bir park...
Aşk bomboş bir park şimdi..."

Çeyiz sandığımdaki Kargo grubunun yalnizlik mevsimi alümünde CandemirKoray'ın ete kemiğe bürüdüğü, FerahŞebnem'in hayat verdiği kalamis parki şarkısında aynen böyle dile getirilmiştir...



Anlamı şudur ki;

Geceleri parklar boş olur hani... Gün ağarmadan kırağı iner salıncak demirlerine...
Sabah serinliğinde koşar tüm çocuklar o ilk buz gibi salıncağı kapmak için parklara... Saatlerce şeytansı bir bencillikle salıncakta sallandığında yeniyetme; oturacak arkasındaki demir sırta baskı yapar... Geceleri sırt ağırır... Bu yüzdendir aslında geceleri salıncakların boş kalması...

Sırf gece olduğundan....

Salıncak demirleri soğuk olduğundan...

Çocuk ne kadar bencil olursa olsun elleri daha minicik ve yumuşacıktır... Aynı sırtı gibi... Bir şişe bebe yağı ve hafif, sarsmadan masaj yapılması tavsiyedir..

3 Temmuz 2007 Salı

Little Children

Günümün yarısını filmlere ayırdım bugün. Sizlere tavsiye edebileceğim kadar kaliteli bulduğum film; Little Children . Yönetmenliğini Todd Field'in yaptığı, başrollerini Kate Winslet, Patrick Wilson'un paylaştığı Desperate Houswives tadında çekilmiş, aile ilişkileri, karı kocanın ailedeki görev ve sorumlulukları, cinsel bozukluklar, sapıklık, kasaba yaşamı, iyi ve kötünün objektifliği üzerine, yer yer yarattığı gerilimle harika bir yapıt. Kate Winslet'in oyunculuğu göz kamaştırıcı... Genel olarak bakıldığında bir nevi Madame Bovary'nin günümüze uyarlanmış halidir. Filmi izlemeden önce mutlaka trailerını izlemelisiniz.