31 Mayıs 2009 Pazar

Blindness

* Spoiler

Blindness izlenmeye değer bir film gibi gözüküp, sinirlerinizi bozup bırakan bir film. Yönetmenliğini Fernando Meirelles yaptığı film bir uzakdoğulunun trafikte birden bire kör olması ile başlıyor. Yardımına koşanlara da körlüğü bulaştıran kişiyle yayılan hastalık şehirde panik yaratır. İlk etapta yönetmen aralarında göz doktoru (Mark Ruffalo) ve doktor muayenesine gelen kişiler dahil 10'a yakın kişiyi kör ederek karantina altına alınırlar. Hükümetin herhangi bir yardım yapmadığı karantina altındaki insanlar zamanla çoğalır ve büyük bir hangarda kendi hallerine bırakılırlar. Bu kör insanların yaşamını, açlık, pislik, körlük ve birbirleri ile olan savaşlarını anlatır. Karantina altına kendi isteği ile girmiş tek bir kişi ise doktorun karısıdır (Julianne Moore).

Filmin detaylarını anlatmayacağım, izleyerek kendi sinirlerinizi kendi yorumlarınızla bozabilirsiniz. Benim anladığım kör bir insanın bir sürü gören kişinin arasında yaşaması mı yoksa herkesin kör olduğu bir yerde tek gören olarak yaşamak mı daha zor? Evet bana anlattığı buydu konunun. Tabii filmin Jose Saramago'nun kitabından uyarlama olması filmden sonra çok daha keyif almak için kitabının okunmasından yanayım.

Not: Filmde bir çok mantık hatası bulabilirsiniz bunu da bilerek izleyiniz filmi.

28 Mayıs 2009 Perşembe

Mediko-Politik Epilepsi ile Orgazm


Yalçın Küçük’ün Aralık 2008’de Arkadaş yayınevi’nden çıkarttığı Mediko-Politik Epilepsi ile Orgazm isimli kitabını da bir önceki kitabı Caligula - Saralı Cumhur gibi bazı sıkılarak bazı bazı da zevkle okudum. Sivri dilli Küçük, kitabını iki bölümden oluşturmuş. İlk bölüm Mediko – Politik’te epilepsi, isteri, sara hastalığı, histeri ve bunlara bağlı olarak orgazmı işleyen Yalçın Küçük ikinci kitap olarak Doğan Savaş ismini uygun görerek yine Recep Tayyip Erdoğan, çevresi ve dengesiz davranışlarına ilişkin açıklamalarda bulunmuş, gazete küpürleri yayınlamıştır.



Sıkılmam diyorsanız, epilepsi, epilepsi tarihi, epilepsi nöbeti sırasında yaşanan orgazm sebep ve sonuçları hakkında merak ettikleriniz var ise okumanızı öneriyorum.

The Uninvited

* Spoiler


The Uninvited içerisinde pek de korku öğesi barındırmayan, yer yer havada kalan olay çizgisiyle ve ne var ne yok her türlü cevabı en son dakikaya sığdırmış 2009 yılı yapımı ters köşe bir gerilim filmidir. Başrolünü Emily Browning’in "Anna" karakteri ile oynadığı film camiada klişe olarak nitelendirilmiş. Akıl hastanesinde tedavi gören Anna, hasta ve yatalak annesinin çıkan yangında öldüğüne şahit olmasının ardından yaşadığı travmayı atlattığına kanaat getirerek evine döner. Evde (-ki pek büyükçene okyanus dibinde bir hanedir) ablası Alex, babası ve hasta annesinin eski hastabakıcısı ve babasının yeni sevgilisi Rachel vardır.


Çıkan yangının bir kaza olmadığını düşünmeye başlayan Anna ve Alex, Rachel’ın tuhaf üvey anne triplerinden kuşkulanarak kadının gerçek kimliği hakkında araştırma yapar ve kandırıldıklarını anlarlar. Babalarına durumu anlatmak isteseler de bunda başarılı olamazlar. Bu arada hastaneden çıkan Anna değişik hayaller görür. Öldürülmüş 3 kardeşin katilinin babasının sevgilisi olduğuna inanan Anna ve Alex gerilimli zamanlar yaşarlar...


Sıkıldım hemen filmin sonuna geliyorum; Alex, Rachel’ı bıçakla doğrayarak çöp kutusuna atar. Biz bu şekilde görüyoruz en azından ekranda, fakat filmin sonunda bakıyoruz ki; annesi ölmeden evvel babası ve bakıcı Rachel’ı sevişirken gören Anna, annesinin yattığı barakaya giderek biraz benzin alır (depo olarak da kullanılan bir yer çünkü) ve aklındaki düşünceyi yani babası ve Rachel’ın bulunduğu evi yakmak için yola koyulur. Bu arada Alex sahilden sarhoş bir şekilde gelerek annesinin yanına girer, masanın üstünde duran mum devrilir ve baraka havaya uçar. Yani yangını çıkartan Anna’dır. Yine o gece olaya tanık olan arkadaşı Matt’i de geçirdiği bir nöbet sırasında öldüren Anna nöbet sonrasında (cinayetleri işlediğini hatırlamamaktadır) cinayeti Rachel’ın işlediğine inanır. Filmin en sonunda ise görürüz ki Rachel’ı, Matt’i ve annesini de öldüren Anna’dır. Alex ise sadece bir hayaldir. Çünkü o gece barakayla birlikte havaya uçmuştur.


Üstünkörü anlattığım bu kötü filmi daha da berbat hale getirmemi saymazsanız; “haydi biraz gerilelim, çok iyi bir film olmasına gerek yok” diyenler için uygundur. Fakat fazla bir şey beklememenizi dilerim. Sanırım artık iyi korku, gerilim filmi yapılamıyor ya da bizler büyüdük ki artık korkmuyoruz.

24 Mayıs 2009 Pazar

Duman - Tövbe


Duman'nın çıkarttığı Duman I ve Duman II albümlerini dinlemediyseniz eğer dinlemenizi öneririm. Bir kaç tane favori parça edineceğiniz albümler performans ve söz olarak çok güzel. Duman I albümü pek ilgimi çekmese de Duman II takdir toplayacak cinstendir. Özellikle Ari Borakas'ın sözlerini yazdığı 9. şarkı "Tövbe" bu albümün unutulmayacak parçalarından olacaktır.





Dönecek halim mi var

Kahrolsun hain dünya

Yıllanmış halim mi var

Korkarsın

Sor zalim günler

Beyhude hayaller

Öldürme

Boş laflarla güldürme


22 Mayıs 2009 Cuma

Bakla da yemem ben


Hayatında ilk kez bakla yapmış bir kişi olarak diyebilirim ki; yemek yapmak ile yapılan yemeği oturup afiyetle yemek yahut o yemeği sevmek apayrı şeylerdir... Yeme bozukluğu (kastettiğim yemek seçmek) çoğu kişinin büyüttüğü ve ciddiye aldığı kadar kötü bir durum değildir. Bana yemeklerden hangilerini yediğimi soranlara verecek cevabım 4’ü geçmezken, yemediklerimi ise kategori olarak dile getiriyorum. Her türlü sebze, bir çok meyve, deniz ürünü, salata, yumurta-omlet, zeytin çeşitleri, dolma çeşitleri, mercimek çorbası harici tüm çorbalar, her çeşit ot (semizotu, börülce, maydanoz) daha saymayı unuttuklarım muhakkak var ki bu arası virgüllü yiyecekleri asla yemem... “Bak bir kez tatsan sonrasında çok seveceksin” denilen şeyleri asla sevmediğim gibi, tadına bakmadan nefret ettiğim yiyecekler de mevcut.


Yeme bozukluğu denildiğinde sadece Anoreksiya nervoza ve Bulimiya nervoza olarak algılanmamalıdır. Bahsettiğim yemek seçme durumudur. Damak tadının elvermediği tadları bünyenin kabul etmemesi, yemiş olmak için dahi yenilememesi, tiksinilmesidir. Çocuklukta zorla yemek yedirilmesi de ileride yemek seçme alışkanlığına bir nedendir. Mesela, bana “E peki sen nasıl yaşıyorsun?” Ya da “Ne yersin peki sen?” gibi anlaşılmaz sorulara “peki sen nasıl oluyor da herşeyi yiyebiliyorsun?” demek istediğim insanlar çok fazla çevremde... Vitamin almadan da insanoğlu yaşayabiliyor. Sormayınız artık böyle abuk sorular demek istiyorum buradan...


Her ne ise; yemediğim ve yemeyeceğim bakla ve semizotundan sonraki denemem Kabak Dolma olacaktır. Yaparken tadına bakmasam da kokusundan yemeğin olup olmadığını anlayabiliyorum bunu da böylelikle keşfetmiş oldum. Aferin bana =)


Peki sizin bana tavsiye edeceğiniz bir sebze yemeği var mıdır?

21 Mayıs 2009 Perşembe

On Bir Dakika - Onze Minutos

-Spoiler

“Evren, sadece heyecanlarımızı paylaşacak biri olduğunda anlam kazanır.”


On Bir Dakika; edepsizliğe ve ikiyüzlülüğe kaçmadan, sadece Maria’nın hikayesini anlatan bir kitap. Simyacı ile çoğu kişinin tanıdığı Paulo Coelho 2004 yılında çıkarttığı kitabında, Maria isminde bir fahişeyi konu alır. Anlatması bir hayli güç olan fahişeliği, Coelho yalın bir dille ve bir genç kızın sadeliği ile okuyucuyu sıkmadan, kasvete sürüklemeden yazıya dökmüştür.


Çocukluğundan beri karşı cins ile olan ilişkilerinde normal davranmaya çabalayan, zamanla bu çabayı kat be kat arttırarak yine yine hüsrana uğrayan, aşkı bulup devamlı hata yaparak kaybettiğine inanan Maria hayatından aşkı çıkartarak cinselliğe, bedenini keşfe yönelmiştir. Zamanla çevresindeki arkadaşlarından çok daha güzel olduğunu farkeder ve bunu erkekler üzerinde bir artı olarak görür. Zamanla farkedilmeye başlayan güzelliği ve aşka olan katı tutumu ona erkekleri avucunun içine alma yöntemlerini öğretir. Tüm bunlara sadece 19 yaşında sahip olan Maria Brezilya’dan Rio’ya bir haftalık tatil için uzun süre kumaş dükkanında çalışır. Ve biriktirdiği para ile ilk yalnız yolculuğuna çıkar. Fakat işler planladığı gibi gitmez. İlk gün bir İsviçreli ile tanışır ve İsviçre’de çalışma için aklını çelen adamla bambaşka bir ülkeye ayak basar.


Anlaşılan para haricinde İsviçrelinin vaadettiği herşey gerçektir. Başka bir memlekette "samba kızı" olan Maria zamanla maddi açıdan istediklerini karşılamayan patronuna posta koyarak yapmak istediği işin modellik olduğu kanısına varır. Menkenlik ajanslarıyla görüşen Maria sonunda bir arap ile bir gecelik ilişkisi karşılığında 1000 Frank kazanır. 1000 Frank’ın istediğinden fazla bir mablağ olduğunu görünce bir süre bu işe devam ederek dönüş bileti için para biriktirme planı yapar... Fakat yine kararsızlığına yenilen Maria bir clupte fahişelik yapmaya başlar... Hayatta sadece zengin, akıllı ve iyi bir koca isteyen Brezilyalı kız artık İsviçre'de kendi isteği ile fahişelik yaparak yaşamaktadır. Devamını kitaptan okumanızı tavsiye ediyorum.

Okurken sizi zorlamayacak bir kitap arıyorsanız işte bu kitap odur.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

X Men Origins Wolverine

Hugh Jackman ' nın başrolünü oynadığı X men origins wolverine genel olarak hoşlanmadığım tarzda bir film olmasına rağmen kendisini pür dikkat izletmiştir bana. 1845 yılında başlayan film mutasyona urayan Logan ve Victor'un vurdulu kırdılı hikayesini anlatıyor. Daha evvel bu tarz bir filmi anlatmadığım için fazla bahsetmeyeceğim. Hız, dövüş, insanüstü yaratıklara düşkün olanlar izleyebilir.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Örümcek adam ve barbie müstehçenmiş.


“Okul ürünlerindeki bazı figürleri müstehcenliğe yakın bulan Eskişehir Milli Eğitim Müdürü İ. Ceylan, öğrencilerin araç ve gereçlerinde Barbie yerine Keloğlan, Örümcek Adam yerine Yunus Emre figürleri taşıyacağını söyledi”


Barbie’yi Keloğlan ile bağdaştırıp eş tutan bir zihniyet ile karşı karşıya kalmak beni çok güldürdü. Ne deseniz ne anlatsanız boşa gider ama denemek de gereklidir sanki. Keloğlan, Yunus Emre, Nasreddin Hoca gibi figürler kültürel değerlerimizi temsil eder. Keloğlan’ı bunun dışında bırakıyorum. Fakat bir okul çantası düşünün ki üstünde Yunus Emre var, Mevlana var, Sivas Kangal var. Yapmayın Allahaşkına! Çocuklara bu değerleri öğretecek daha başka yollar bulun, Milliyetçiliği kullanarak dış dünyaya kapamayın yeni nesli. Sonuç itibari ile “Barbie”’lerle büyümüş bir nesildenim ve kültürümüze ait değerleri de gayet güzel bilmekteyim. Ayrıca; Keloğlan kadar itici bir karakter daha yok sanırım bu memlekette...



Haberde okul gereçlerinin müstehçen resimlerle kaplı olduğu kanısına varan Müdür İ. Ceylan’nın bu tür konular yerine eğitim yerlerinin temizliği ve okul çevrelerinin güvenilirliği, öğrenci pisikolojisi gibi konularda iyileştirme yapmasını, bu tarz konulara takılmamasını temenni ederim.


“Neredeyse müstehcenliğe yakın resimler çocukların hayal dünyasında gezdiriliyor ve çocukları gerçeklerden koparıyor. Çocuklarımızı yabancı kültürün istilasından korumamız gerekir. Bunun için milli kahramanların ve milli kültürün öne çıkarılması gerekir. Barbie yerine Keloğlan, Örümcek Adam yerine Yunus Emre, Dalmaçyalı köpekler yerine Sivrihisar’ın Akbaş cinsi köpeğinin resimleri kullanılacak” İ. Ceylan

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Piç

“Hayat seni öyle bir noktaya getirir ki kendini sevdiklerinle savaşırken ve nefret ettiklerinle sevişirken bulursun. Üzülürsün. Pişman olursun. Sonra biraz zaman geçer ve tersinin bu dünyada işlemediğini anlarsın.”


Oğuz’un tavsiyesi ile ilk kez okuduğum Hakan Günday’a ait "Piç", kendimizle pek bağdaştıramayacağımız (tabii herkesi kastetmiyorum) kadar uçlarda dolanan 4 arkadaşı anlatan bir roman. Bir şekilde yolları kesişmiş Hakan, Barbaros, Cenk ve Afgan’nın bomboş ve umursamaz vaziyette geçirdikleri hayatlarından bir kesiti falçata kesiği gibi keskin cümlelerle anlatan Hakan Günday’a saygı duydum.


“Piç” kelimesi; babası belli olmayan kişilere verilen argo bir kelimedir fakat kitabı okumamış olanlar için söylüyorum ki yazar Günday için “"Türkçedeki kelimelerin ilk anlamlarının pek de geçerli olmadığı bir yüzyılda piçler, babaları bilinmeyenler değil, babalarına ihanet edenlerdir.. Babalarına ve annelerine... Piçlerin ebeveynleri dünyadan doğal ölümlerle ayrılmazlar... Katillerinin adı üzüntüdür. Kimse öz çocuğunun ihanetlerinden canlı kurtulamaz..... Ve piçler her ne kadar birçok geceyi ailelerinin leşlerinin hayaletleriyle geçirseler de, sabah hissettikleri tek acı bademciklerindeki sigara yanığıdır..."


Ömürlerince ailelerinin sırtından geçinmiş, gelecek için herhangi bir planı olmayan, çalışmak yerine ömür boyu tembel tembel oturup içki içmek isteyen ve asla para dertleri olsun istemeyen, canları ne isterse o anda onu yapmaya programlanmış, normalde aptal olmayan fakat asalak gibi yaşamayı kendilerine tarz belirlemiş 4 kayıp adam. Evsiz, parasız, aç, kirli, işsiz ve gururlu... Belki de yaşadıkları koşullarda hayatta kalamamalarının; Cenk’in satırla adam öldürerek çıplak gövdesine “tişört” yazısını kazımasının, Afgan’nın sığındığı bir izbede açlık ve susuzluktan ölmesinin, Barbaros’un akıl hastanesine tıkılmasının ve Hakan’nın bir böcekten farkının kalmadığına kanaat getirerek annesinin kanatları altına sığınmasının tek sebebi kendilerinden başka hiçbir kimseye değer vermemeleridir.


Kitap hakkında okuduğum çoğu yorumda “piç”liğe özentinin had safhada olduğunu gördüm. Bana göre, aklıbaşında kim bu yukarıda saydığım koşullarda yaşayarak geberip gitmek ister ki? Bunların yanında bu 4 piç arasındaki diyaloglar o kadar eğlenceli ve safça ki kendinizi gülmekten alamıyorsunuz. Acaba diyorsunuz, gerçekten de bu kadar sorumsuzca, saçma sapan yaşanabilir mi? Bunu yakın olarak test etmek istemem şahsen.


Son bir-iki cümle daha yazıp, sinirlerimi altına üstüne getiren kitabın yorumuna son vereceğim. Benim anladığım o ki; Piçlik doğuştan gelen bir olgudur, sonradan kazanılmaz. Sonradan kazanılan “piç”lik çakma sarışın kadar çevresine zarar verir.

12 Mayıs 2009 Salı

John Galliano bir nevi deli


Modacı, yarattığı tasarımlarda bir çeşit masalcı havasına bürünmeli... Modanın şizofrenik yanını en iyi yansıtanlardan biri de bana göre John Galliano. 2009 son koleksiyonuyla, koleksiyonu sunumuyla, herbir şeyiyle beni büyülediğini itiraf etmek isterim


.

Defileyi de yine modacıya ait siteden izleyebilirsiniz.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Yabancı - l'etranger


"Anam ölmüş bugün". Olağan, zamanın dün veya bugün farkının olmadığı, "ölüm"'ün anlamını sorgulama gereksinimi duyurmayan, kısacık bir cümle... Albert Camus'nun Yabancı romanın ilk cümlesi. İki bölümden oluşan kitap herkesin belirli bir anlam yükleyebileceği basitlikte anlatımıyla inanılmaz samimi. Yer yer şaşırtan bir karakter ve yaşama umursamaz bakışı...

....."Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. ‘Bence bir, ama istersen evleniriz’ dedim. O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Bir başka sefer de söylediğim gibi: ‘Bunun bir anlamı yok ama, her halde sevmiyorumdur’ diye cevap verdim. Bunun hiçbir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. Zaten isteyen kendisiydi, ben sadece evet demekle yetiniyordum. O zaman, Marie ‘evlilik ciddi bir şeydir’ dedi. Ben de ‘değildir’ diye cevap verdim. Bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı. Sonra yine konuştu: ‘aynı şekilde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı teklifi yapsa kabul eder miydin, onu öğrenmek istiyordum’ dedi. ‘Elbette ederdim’ dedim. O zaman ‘ben seni seviyor muyum acaba’ diye sordu. Ben de ‘bu hususta hiçbir fikrim yok’ diye cevap verdim. Yine sustuktan sonra, ne kadar tuhaf bir adam olduğumu, beni muhakkak ki bunun için sevdiğini, ama belki günün birinde yine aynı sebeplerden benden nefret edebileceğini mırıldandı. Bunlara ekleyeceğim bir sözüm olmadığı için susuyordum. Gülümseyerek kolumu tuttu, ‘seninle evlenmek istiyorum’ dedi. Ben de ‘ne zaman istersen evleniriz’ diye cevap verdim”

Zamanda yaşadığımız şeylere herkesin ne kadar farklı tepkiler verdiğini sorgulatır kişiye. En azından bana bunun analizini yaptırmıştır Camus.

Son olarak kitabın sonundan bir alıntı yapmadan kitaba sahip olduğunuzda arka kapak yazısını okumamanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

......"Sanki bütün yaşamımda, kendimi haklı çıkarmak için bu dakikayı, şu şafak vaktini beklemiştim. Hiç, hiçbir şeyin önemi yoktu ve bunun niçin böyle olduğunu da biliyordum. O da biliyordu. Geçirdiğim bütün bu anlamsız hayatta, geleceğimin ta derinlerinden, henüz gelmemiş yıllar içinden karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor ve yaşadığım yıllardan daha gerçek olmayan yıllardan bana sunulan ne varsa, hepsini aynı düzeye getiriyordu. Başkalarının ölümü, bir ananın sevgisi ne umrumdaydı benim? Başkasının Tanrısından bana neydi? Başkalarının seçtiği, kabullendiği hayattan, yazgıdan bana neydi? Değil mi ki, bir tek yazgı, beni ve benimle birlikte, onun gibi bana “kardeşim”, diyen bir sürü ayrıcılıklıyı seçecekti! Anlıyor muydu acaba, anlıyor muydu ki herkes ayrıcalıklıydı. Zaten yalnız ayrıcalıklar vardı. Ötekileri de bir gün mahkûm edeceklerdi..."

İyi okumalar...

9 Mayıs 2009 Cumartesi

"Göz kamaştıran" yeni burjuvazi

Milliyet Gazetesi; “Kadir Topbaş'ın eşi tarafından düzenlenen 'Anneler Günü' etkinliğinde Topbaşlar'ın gelini ilgi odağı oldu.” diyerek adını beyan etmediği -ki sonradan öğrendiğim Tuğba için bu şekilde konuşmuş.

“Zevksizlik örneği” olarak tabir etmektense “göz kamaştırdı” olarak lanse edilen gelin, başında Siyah – gri türbanı, gece mavisi - mor saten (sanırım), assolist elbisesini andıran fiyonklu parlak mı parlak elbisesi ile ciddi anlamda gözlerimi kamaştırıyor. Bunların yanında son zamanların İslami burjuvasına örnek olarak kendisine baktığımızda fondoten, allık, ruj, siyah göz kalemi, göz farı ve rimel kullanması da bir hayli dikkat çekici bana göre. Ayrıca; burnu ne kadar da ince değil mi? Allah’tan mıdır bilinmez... Dudaklarına ise diyecek hiçbir şey bulamıyorum maaşallah pek hoş ve parlak.

Genel anlamda sayın Tuğba, zamanında Recep Tayyip Erdoğan’nın makyaj yapan kadınlar için kullandığı “kaportası bozuk araba” deyişini hatırlattı. Tabi bunu söylerken eşi dahil cemiyet içi bayanları düşündüğünü zannetmiyorum.

Aşağıdaki bayanlara baktığımda biz başı açık kadınlardan tek farklarının saçlarının gözükmemesi olduğunu görüyorum. Hatta abartı konusunda çoğu kadını geride bıraktıklarına da şahit oluyoruz. Renkli, parlak, son moda...

7 Mayıs 2009 Perşembe

Musa'nın Çocukları Tayyip ve Emine

Ergun Poyraz‘a ait Musa'nın çocukları Tayyip ve Emine 2007 yılının Nisan ayında piyasaya çıkmış belgeli bir eleştiri kitabıdır. Kiminin okumaya bayıldığı, sonsuz desteklediği, kiminin abartılı bulduğu, gerçeklerin çarpıtıldığı yahut herhangi bir belgeye dayanmadığını düşündüğü kitabın içeriği bana göre şimdiye dair bir belgesel. Aslında hepimizin geçmişte ve halen televizyonlarda izlediğimiz, nutuklarını dinlediğimiz Başbakan’nın eşi Emine ile tanışması, yaşadıkları hayatın siyasetten öncesi ve sonrası, ilk gençlik yılları, İstanbul Belediye Başkanı olması, ardından milletvekili seçilmesi için atılan adımlar, Albayrak’larla, Birlik Vakfı’yla, Abdullah Gül ile, şimdi bakanlık yapan bir çok siyasetçi ile olan münasebetleri, Başbakanlık sürecinin anlatıldığı kitap yakın siyasi geçmişimize ışık olup, gelecek günlerimiz için bir araçtır. Günümüzde yaşadığımız çalkantılı süreci daha iyi anlayabilmemiz, laik cumhuriyetimize, hukuğumuza, toprağımıza sahip çıkmamız, gözlerimizi açıp da özgürlüğümüzün her geçen gün kısıtlandığını görebilmemiz için okunması taraftarıyım.