22 Mart 2011 Salı

Elif

Paulo Coelho okumayalı bir hayli zaman olmuş. Elif'i okuyunca farkettim maalesef. Mart 2011'de yayınlanmış kitap hakkında bir kaç makale okudum öncesinde fakat merakımı tatmin etmedi yazılanlar. En iyisi kendim okuyup anlamak, anlayabilmek.


Elif, Alef yada Aleph, reenkarnasyon temasını işleyen bir kitap. Ana karakteri Paulo'nun kendisi olunca gerçek olması ihtimalini okuyucuda daha da sorgulatan bir eser. Kitabın tanıtımında defalarca Türk kızı Hilal ile olan yolculuğundan bahseden yayıncılar, okuyucu kitlesini bu yolla tavlayabileceklerini düşünmüşler belli ki. Fakat itiraf etmeliyim ki bu konuda ben hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü Türk kimliği ile herhangi bir bağı olmayan bir kız Hilal. Yahut bu kimlikten bahsetme gereksinimi duyulmamış kitapta. Bu sebep ile kitabın reklamını bu yolla yapan kişilere teessüf ederim.

*Spoiler

Paulo Coelho yazar kimliğinin dışında inancını yitirmek üzere olduğunu ve artık üretemediğini düşündüğü sırada J. ismindeki medyumu (kahin, guru yada her neyse) ile yaptığı sohbeti sırasında inancının geri gelmesi için Türkiye üzerinden bir yolculuğa çıkması gerektiğini söyler J.. Bir zaman sonra aklına gelen bu yolculuğa çıkarak Transsibirya demiryolu ile 9288 km yolu 2 yayıncısı ile tamamlamak için planlarını yapar. Fakat Rusya'da onu bekleyen Türkiye doğumlu 21 yaşındaki Hilal, J.'nin Paulo'ya bahsettiği şeylerden bahsedince onunla kaçınılmaz bir maceraya atılmak zorunda kalır.

Hilal küçükken cinsel tacize uğrar ve bu durumu aşamayınca keman çalmaya başlar. Tüm enerjisini buna harcayarak büyük bir keman ustası haline gelir. 12 yaşında Rusya'ya eğitim için gelir ve bir daha ülkesine dönmez.

Paulo, geçmiş hayatlarında olmuş olayları görmektedir. Artık trans hali mi dersiniz astral seyahat mi bilemeyeceğim fakat, geçmiş yüzyıllarda yaşayarak haksızlık ettiği tüm kadınları ömrünün belirli zamanlarında tanıyarak onlarla olan hesaplarını kapatmaya çabalar. Hilal de bu kadınlardan sadece biridir.

Bu tarz konulardan hoşlananlar için keyifli bir kitap.

"Hayatımızda keskin bir dönüşüm yaratan felaketlerin temelinde hep aynı şey vardır: birini kaybetmek. Birini kaybettiğimizde eskiyi geri getirmeye çalışmak boşunadır. Doğru olan, açılan büyük boşluğu yeni birşeyle doldurmaya çalışmaktır. Teorik olarak her kayıpta bir hayır vardır. Pratikte ise kayıplar insana Tanrı'nın varlığını sorgulatır ve kafada bir soru doğurur:

Bunu hak ettim mi?"

14 Mart 2011 Pazartesi

Trendeki Yabancılar

Patricia Highsmith 17 yaşında polisiye türündeki ilk romanına "Trendeki Yabancılar" isimini verdi. Kitabın adının tanıdık geldiği kanısına varanlar belki de 1950 yapımı Alfred Hitchcock'un kitabı filmleştirdiği halini anımsamışlardır.



*Spoiler

Bruno ve Guy arasındaki sohbet bir tren yolculuğunda başlar. 2 yıldır ayrı yaşadığı karısı Miriam'dan boşanmak için trenle Metcalf'a giden Guy bir mimardır. Küçük bir kasabada lisede tanıdığı Miriam ile evliliği istediği gibi olmamış ve karısı tarafından defalarca aldatılmıştır. Başka bir adamdan çocuk bekleyen karısını boşayarak şehirde aşık olduğu Anne ile evlenmek istemektedir. Tek isteği budur. Halbuki içten içe Miriam'dan nefret ediyordur. Haksızlığa uğramışlığın öfkesi vardır içinde.

Charles A. Bruno üst tabakaya mensup, zengin mi zengin bir anneye ve karısı tarafından zenginleşmiş bir babaya sahiptir. (Alkolik olmasını babasından nefret etmesine bağlıyorum ben) Annesine aşık derecesinde bağımlıdır ve kıskançlığı, bu kadar zenginlik içinde parasız bırakıldığını düşünmesi babasına nefretini tırmandırmaktadır. Bruno hiperaktif bir yapıya sahiptir. Hareketli ve acelecidir. (Şizofren tavırlar sezdim ben açıkçası.) Bruno ve Guy trende tanışırlar daha evvel demiştim. Sohbet sırasında Bruno, Guy'ın Miriam ile olan yaşamını öğrenir ve Guy kadar eski karısından nefret etmeye başlar. İçindeki öfke babası sayesinde öyle büyüktür ki şimdi yanında Miriam olsa oracıkta gebertebilirdi kızı. Kısa bir süre düşündükten ve içki içtikten sonra Guy'a bir teklifte bulunur. Miriam'ı öldürmesi karşılığında Guy'ın, babasını öldürmesi. İşte kitabın anlattığı konu bu.

Gerilimi bol olan kitapta Bruno'nun iğrenç şantajları ve tacizleri mide bulandırıcı biçimde okuyucuya aktarılmıştır. Filmi henüz izleyemedim. Bulamadım laf aramızda fakat aynı tadı alabilecek miydim zaten emin değilim.

9 Mart 2011 Çarşamba

Sonra

"Hiçbir zaman tam anlamıyla "sonra" olmaz. Tam anlamıyla oturulup konuşulmaz. Sanki bize sonsuz bir hayat bağışlanmış gibi yaşayıp zamanı hoyratça harcar, tüketiriz ve öyle bir geçer ki zaman, günün birinde oturmaya, konuşmaya karar verseniz bile bir de bakarsınız ki ya konuşacak kimse kalmamış ya da konuşulacak şeyin anlamı kalmamış. Geçip giden bir ömrün arkasından el sallarız."


Dedi ya dün gece Osman hani, canımdan bir billur tanesi daha koparttı.

Kelimeler bir araya geldiğinde dinleyen için çok önemli şeyler anlatır. Fakat söylenenleri duymayan, sadece dinleyen kişilere çığlık da atsanız faydasızdır genelde. Halbuki demek istediğinizi bir anlayabilseler değil mi? Keşke herkes birbirini can kulağı ile dinlese, keşke...

2 Mart 2011 Çarşamba

Henüz Adı Yok -1

Ceplerim öylesine dolu ki kalp kırıklıklarımla yenilerini ellerimle taşımak zorunda kalıyorum. Eteklerimdeki öfke taneleri böğürtlen kadar parlak renkli. Eteklerimi savurdukça ben, düşmemek için inat ediyorlar. Halbuki geçtiğim yollarda onlardan izler bırakmak istiyorum. Üstlerine basarak geçsin istiyorum ardımdan gelenler. Sona ulaştığımda tek bir tane parlak öfke tanesi kalmasın oyalı eteğimde. O vakit daha kolay olacak Azrail'in hafiflemiş olan beni taşıması.

En büyük yalan hayattır. Mutlak mutluluğu aramamız söylenir fakat yoktur böylesi mutluluk. Herkes mi cahil, herkes mi saftır ki inanmışız bir kere. Çevremde sahte mutlulukları, geçici, transparan yürek hoplamalarının gerçek olduğuna inanarak yaşayan binlerce insan. Aslında küçük şeylerin mutluluğu da küçük olurmuş. Bir fare deliği bırakırmış kalpte, zihinde... Delik deşik, bomboş bir beden. Kum torbası kadar değeri kalmamış. Akmış ve buhar olup uçmuş bir kırmızı sıvı, bulaşıcı. İşte küçük mutluluğun kısa süre sonunda bıraktığı virane, biçare insan müsveddesi. Ben.
- "Oya" nasıl bir isim sence?
- Orospu isimlerini çağrıştırıyor bana.
- "Ayşegül" nasıl?
- O da aynı.
İnsan ilkleri hatırlıyor fakat sonları bir türlü kestiremiyor gözünde. Son bakış, son dukunuş, son gülümseme, son yemek, son uyanış... O muhterem sondan sonra bakıp da "sonmuş demek" diyebilmek için badereleri atlatmanın üzerinden bir süre geçmesi gerekiyor sanki. Halbuki ilkler öyle mi? "İlk şiirimi bu okulda okumuştum". "İlk kitabımı işte şuradaki kütüphaneden almıştım". "İlk kez onu burada görmüştüm". "İlk kez burada öpmüştü beni..." "İlk kez..."
"Son kez kokusunu işte tam burada duymuştum" di-ye-bi-li-yo-rum artık. Onun kokusu, onun gözleri, onun boynu, onun elleri, onun nefesi, onun, onun, onun... Mide bulandırıcı bir kocaman "o". O kadar çok kafamda ki o, artık dişlerimi sıkarken kırmak, dilimi ısırarak kanatmak, kaşınan kollarımı kıpkırmızı olana kadar hırpalamamın dahi bir acısını hissedemez oldum. O sinsi sinsi gezinirken beynimin kıvrımlarında ben gömülür oldum kendime, kitaplarıma... Hücrelerimi ele geçiren bir büyük virüs gibi artık, ben farkında mıyım bataklıkta çırpınırken battığımın?
- Kanada'ya gidelim, orada yaşayalım.
- E ben ne yapacağım orada?
- Önce dil öğrenirsin, belki çocuk bakıcılığı yapabilirsin.
- Bilmiyorum, nasıl olur, gerçekten bilmiyorum.
- Sensiz gitmek istemiyorum. Seninle birlikte gitmek istiyorum.
*
Odamın kapısını kapattığımda ilk yaptığım şey atkımı, eldivenlerimi ve paltomu çıkartmak oldu. Ruhumla yaptığım anlaşmaya uyarak "ağlamayacağım" dedim kendi kendime hırsla. İstiyorum ki ruhum duysun bunu. İstiyorum ki O da duysun beni bu kadar mesafe varken aramızda. Her akşam iş dönüşü yaptıklarımı tekrarlıyorum kendimden uzakta. Haftanın 5 günü, aynı saatlerde aynı sırayla, aynı ruhla giyiniyorum, yemeğe iniyorum, bir şişe su alıyorum yanıma, bilgisayarımı açıyorum ve bacaklarım kıpkırmızı kan toplayana kadar yatma vaktimin geldiğini anlamıyorum. Bunları sırasıyla yaptığımın farkına varsam gerçekten de delirdiğimi düşünebilirim fakat ya dünya umurumda değil ya da kendimde değilim.
- Böyle bir ülkede yaşamak istemiyorum ben.
- ...
- Güney Kore'ye gidelim. Orada daha iyi koşullar var.
- Ne iş yapacağız orada? Nasıl geçineceğiz?
- Ben okula başlarım tekrardan, sen de dil öğrenip Türkçe öğretmenliği yapabilirsin.
-...
Neden gitmek zorunda olduğumuzu bir türlü anlayamadım. Gitmemi gerektirecek ne vardı ki? Benim için farkeder miydi orada yada burada olmak? Ben istiyor muydum bunları konuşmayı? Günlerden Çarşamba, yeni bir kitaba başlıyorum. Bitirdiğim kitabın adını biliyorum fakat farketmiyor benim için. "Bunları düşünmemenin en iyi yolu polisiye romanlarıdır" diyorum karşımda soruyu soran biri varmış gibi. Parmaklarımı gezdiriyorum Jean-Christophe Grange'in Siyah Kan'ında, Agatha Christie'nin Beş Küçük Domuz'unda. Karar veremiyorum. 17 dakika boyunca karar veremiyorum. Kararsızlığım hepsini aynı anda okuma isteğimden geliyor. En son ne zaman karar vermem gerekmişti?
- Benimle evlenir misin?
- E evet bebeğim evlenirim.
Kararsız kalmadığım bu yeğane anda kararsız olmanın daha iyi sonuçlar vereceği gerçeğini ilk orada idrak ettim. Yani şimdi anlıyorum tabi bunu. Yoksa o anda hayal meyal başka bir yerdeydim yahut yok olmuştum ve ben yine farkında değildim. Halbuki hayatı boyunca evlenme teklifi bekleyen bir ben vardım hikayede. Gerçek miydim? Bu dizlerinin üzerine çöken adam da kim? Ağlıyor mu? Bugün benim doğum günüm mü?
*
Günlerden hala çarşamba, bir türlü içine dalamıyorum kitabın. Kafamın içinde 13 zürafa oraya buraya çarpıyor. Kör mü oldular? Kesitleri var geçmiş ayların ensemde, önce ufacık bir iplik gibi başlayıp kocaman bir lcd ekran gibi gözümün önünde, 5-6 saniye kadar sessiz, kıpırtısız, ne olduğunu anlayamadan izliyorum onu ve kendimi ekranda.. Deniz kenarında... Sevdiği gibi geniş kumsal boyunca... Yavaştan kaşlarım çatılıyor... Boğuşuyorum top halini almış iplikle... Yerimden kalkıyorum çılgın gibi... Zaten hep delirmiş gibiydim ben ta evvelden beri... Kendimi bildim bileli...
bu gece yarımayvar.
yarısı gitmiş.
çapından kelebekler akıyor uzay boşluğuna doğru.
bir görsen rengarenk evren.
yarımayvar ya hani?
tamamay olacak bir gün.
tamamay.
Bir anda şakıyıveriyorum kırmızı koltuğumda. Kusar gibi. Öyle ani oluyor ki bu, pembe, ucu körelmiş kaleme yetişemiyorum havaya yazıyorum kelimeleri. Hava bitiyor. Nefes alıyorum ama hava değil sanki bu, yapışkan bir şey... Kalemime uzanıyorum güç bela, ölüyor muyum?
Yazıyorum durmadan, karalıyorum kelimeleri, kalem tutan elimi sıkıyorum yazarken.
9 ay sonra geldin....
hayaller kurmuştun...
kızın istediğini vermedin..
kavga ettik... kızdık... çok kızdık...
tekerlekleri öttüre öttüre gittin.
giderken arkandan bakmadım.
"sana garanti veremem, ama senden vazgeçemem de.."dedin..
öyle nötrüm ki uyudum hemen ben...
sen bir sürü mesaj çekmişsin.. aramışsın..
aynı geçen yıl benim sana yaptığım gibi..
hayat! ne garip...
Yoruldum...
Tanrıdan şu mübarek günlerde hızını alamayanlara fren vermesini dileyerek uykunun en güvenilir kollarına teslim ettim ruhumu. Artık kendi kendime kalmış vaziyette kıpırtısız sabaha kadar durdum.
- Amin demiş miydim ki?
İçim buruk. Bakıyorum sağıma soluma herşey kırık. Hava yağmurlu. Sonra bir ses deliyor pencereyi. Overlokçu geldi diyor. Halı kenarları, halıfleks kenarları, havlu kenarları, bilmemne kenarları arabamızda overlok yapılır. Overlokçunuz ayağınıza geldi diyor ardından. Bir ses geliyor dolanıyor odamda. Benden başka, annemden, babamdan başka birisine ait bir ses. Akıllara zarar bir teyp kaydı bile olsa ne şahane yağmurlu havada dinlemek, uzaklaşan sesi kaybolana kadar dinlemek.
Kalktım göz kalemimi çektim gözlerime, günlerden ne? Salı mı? Saat 06:12 mi? Kahve mi içiyorum? Yazı mı yazacağım?
Bir an düşündüm de; birşeyleri beklediğimi 12 yaşında farkına vardım. Bu demek oluyor ki 17 yıldır bekliyorum. Ne bekliyorum?
Bir uzaylı?
Bir şovalye?
Bir parmak çocuk?
Cennetten bir köşe?
Tanrının çıkıp ben bir palyaçoyum demesi?
Aslında benim ölü olup ta canlı olduğumu anlamam?
Yada bir cadı olduğumun farkına varmam?
Yaş 20 küsür olunca beklediğim şeyin ne olduğunu anladım. Daha kimselere söylememiş olmam alacakaranlık kuşağında yaşamama sebep olsa da; ben yine de kimselere bir şey söylememeye kararlıyım. Beklediğim şey adından da anlaşıldığı gibi daha kapıyı çalıp gelmedi. Zaten o zaman beklediğim şey olmazdı. Mavi ekran üstüme üstüme geliyor ben bunlara kafa yorarken.
Saatin alarmını kapatmayı unutunca bir anda sabah sessizliğinde DANK!!! edebiliyor insana. Beklediğim şey hiç olmayacak. Çünkü bu beklediğim şey beni derviş yerine koymaya çalışıyor ve elinden geldiğince HU! diyerek kaçıyor. Hayal kırıklığı artı (+) beynimin karmaşası.. Zürafaların vekalet verdiği arılar kafamın içinde vızıldıyor. Sonra bana Ya Sabır çektiriyor adettendir diye.
Aslında ruhum uyuduktan sonra, ben sensiz gecelerde ağlıyorum.
*
Tıpatıp mutluluğu oynayan melankoli aromalı şımarık bir kız gibi işe gitmem lazım. Acıyı sünger gibi içine çeken bir kalbe sahip olmamı anneme borçluyum. Evime gelinceye kadar sünger kalbimden tek damla damlarsa yarışmayı kaybediyorum, biliyorum. Bu yüzden de en çok bakteri olan yer kalbimdir. Pistir. Kurudur. Nefret ederim kalbimden.
Dinazor Şemseddin'le bakıştık bugün işyerinde uzun uzun. Ona farklı anlamlar yükledim. Yatak arkadaşım yaptım, sonra yetmedi kuaförüm yaptım. O da yetmedi en iyi arkadaşım yerine koydum. Şimdi patronum seviyesinde. Kahve içiyoruz beraber. Sütlü içmiyor. Tarzı değilmiş. Ben ise sütsüz kahve içemem. İşte bu yüzden iyi anlaşıyoruz Dinazor Şemseddin'le. Çakışıyoruz yani. Şemseddin kırmızı ve pembe karışımı renkte bir dinazor. İşaret parmağımdan biraz kısa olmakla birlikte bembeyaz dişlere sahip. Kuyruğunda boğumlar var. Şu an öyle bir durmuş ki bana bakışı korkutucu. Yanlış anlamayın o benden korkmuş gibi. "Hadi Şemseddin kahveni soğutma." Şemseddin'in arkadaşları var. Beni aralarına almaya bir türlü yanaşmayan. Elinde gözleri olan, kılıç taşıyan turuncu kostümlü orta parmağım boyunda bir asker. Suratının yarısını ağzı oluşturuyor. Fazla avanak olduğundan ismi Avni. Diğeri elindeki kalkanın ardına saklanmış ön iki dişi bir hali çıkık olan başparmağımdan dahi küçük bücür Recai. Recai'nin en çok sevdiği şey Playboy tv izlemek. En sevmediği şey ise; ayakkabılarını bağlamak. Diğer bir arkadaşı Celal. Celal'in uzun kırmızı bir pelerini ve yüzünü tamamen kapatan kaskı var. bu yüzden ona Mezdeke Celal diyorlarmış. Yeni sünnet olmuş bir çocuk gibi duruşu beni bir hayli etkilemiş olup kaskı üzerindeki tüyleri yolmak için zaman kolluyorum. Son olarak tanınması bir hayli güç olan yapışık ikizler Necati ile Cumali'ye değinmek istiyorum. Necati beyaz camlı güneş gözlüklerini asla gözünden çıkartmayan, puanlı şortlu bir arkadaşımız. Nuri Alço tarzı gülüşüyle grup içerisinde değişik bir yer edinmiş anladığım kadarı ile. Tam arkasında duran kardeşi Cumali tam bir balık hastası. Elinde tuttuğu sazanı mutlaka gittiği her yere götürüyor. Bıyıkları pos, kaşları gürdür. Devamlı paltosuyla dolaştığı için herkes ona isilik Cumali diyor. Neyse işte. Ben Şemseddin'i seviyorum. Beni aralarına almalarını can-ı gönülden istiyorum. Parmak Prensesiniz olabilir miyim diyorum? Soruyorlar neden? Çünkü çok yalnızım diyorum. İşyerinde başka kimsem yok diyorum. Ve arkadaş oluyoruz. 6,5 yıllık arkadaşlığımız süresince hiçbirini sevmiyorum, Şemseddin'i bile.
Eve gidiyorum, bir ilan görüyorum. 96 yaşında. Sadece bir kez gördüğüm, adını bile bilmediğim bir kadın. Ölmüş. Bugün 29 Nisan. 25 gün sonra babannem ölecek benim. Sonra başımı sarı apartmana doğru kaldırıyorum. 4. kat. Annanem kalkmış bana el sallıyor. Hep beni çok sevdiğini söyleyen annanem.

"Sen kaç gün sonra öleceksin anane?
Ya ben kaç gün sonra öleceğim anane?"

Sela okunuyor an itibari ile bir yerlerde.

Herkes bir bir giderken hiç bilmediğimiz bir yere, daha çok isyan ediyorum ben. Kızıyorum kendime.
Sonra açıp okuyorum büyük, kutsal kitabı.
Uyuyorum. Aynı 1 yıl 26 gün önceki gibi. Rüya görüyorum. Çocukken köyde her günümün geçtiği kilerin içine dalıyorum ve o bir sürü eski püskü eşyanın, farelerin cirit attığı mobilyaların arasından babannemin gelinliğini buluyorum. Giyiniyorum. Eldivenleri takıyorum. Yine. Babannemin çantalarını da koluma geçiriyorum. Çıkıyorum kilerden. Bahçeye. Tavuklar ördekler bana bakıyor. Sonra babannem çıkıyor avlunun köşesinden ve bana;"aaaaa yine mi giydin be ya o eski gelinliği, bak yine pislendin bu kadar işimin arasında yine suya tutucam seni" diye bas bas bağırıyor. Onu öldüren o hızlı ve panik adımlarıyla koşuyor bana doğru. Ben çığlık çığlığa kaçıyorum dış kapıya doğru. Herkes gülüyor. Sonra o gelinliği bozdurup bana gelinlik yaptırıyor. İlk ağlayan bebeğimi aldığı gibi ilk altın bileziğimi alıyor. Sonra fotoğrafçıya gidip fotoğraf çektiriyoruz.
Sabaha karşı saat 0400. Uyanık gözlerim. Zeynep var görüşme kanalında, konuşuyoruz neyden bahsettiğimizden habersiz.
Zeynep: "Zeynep'in kulakları eşek kulakları"
Melinda: "Benimkiler de kepçe mi?
Zeynep: "Yok değil ama memelerim büyük"
melinda: "Benim memelerim etli. Kulaklarım kepçe."
Zeynep: "Yok değil ama kulak memelerim büyük"
Melinda: "Ha ha ha yok benim kulak memelerim çok güzel delik deşik"
Anlatmak isteyipte anlatamamamın, devinim içinde bir oturup bir kalkmalarımın, beynimin bir kısmındaki tiz çığlıkları susturamamamın, gününüm dörtte birinde hep 'neden' diye soruşlarımın tek sebebidir yazılanlar. İlginin aşkla kıyaslandığı, aşkın horlandığı, aşkın kullanıldığı, sadece tek kişiyle yaşanmaya mahkum edildiği bir devirde yaşıyoruz. İlk görüşte aşkın olmadığını ısrarla iddia ederken ben, annelerin 'hayır vardır' derken ki kararlılığı değişimin ne kadar kısa bir sürede yaşandığını göstermiştir bana.
'Dur bi sevişelim belki severiz birbirimizi' diye bir şey olmaz. Kim sadece sevişerek sevmiştir ki partnerini. Yalan bunların hepsi. Yeni çağın boktan yalanlarıdır bunlar. Artık kızlar 'lan olm' diye başlıyormuş konuşmalara. Acaba neden? Erkekleşmek için mi? Yoksa daha sert gözükmek için mi? Sanırım bir 5 yıl sonra kadınlar tam olarak erkekleşip yatak odasının ışıklarını kapattıklarında bacaklarını aşka doğru tekrar tekrar açacaklardır. Ama aşk sadece bedene bürünmüş olacaktır hepsi bu. Ben hiç aşık olmadım. Yada hepsine aşıktım, bilmiyordum.
"Yorulursan yaslan bana" diyen bir erkek henüz bu dünyaya gelmedi.
Gelse ben görürdüm.

1 Mart 2011 Salı

Tol


Murat Uyurkulak'ın Tol'ünü okuyorum.. Karman çormanım şu sıra... Algı problemim her sayfada daha da artıyor.. Delirmiş bir yazar var karşımda... Zır deli... Diyor ki sayfalarında kitabının;

"Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan ayrıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım.

Oysa o sabahtan önce ben, henüz ruhubütün bir Yusuf'tum."

"Allahım, dedim içimden, Allahım sen mi yarattın bu soyu, Oğuz'un soyunu sen mi yarattın? Neden yarattın ki, doğru düzgün bir lanet bile bulaştırmadan tenlerine... Bu kadar yalnız, bu kadar çaresiz, yıkıntılar üzerinde, aksak, topal, şaşkın yürüyen bu soyu, bu çirkin soyu neden çoğalttın?"

Öfkenin başrolü üstlendiği kitabın içinde başka bir kitap. Roller hep aynı, intikam, pislik, gürültü, boşvermişlik, ot, içki, fahişe... Yusuf, Şair ve Oğuz (Ahmet Efe).. Arada Asya, Adnan, Şadi, A-da, Kambur, Canan daha bir çok yitik karakter... Hikaye içinde hikaye ama hep öfke, hep kin...