29 Mart 2009 Pazar

Taxi Driver

* Spoiler

1976 yılı yapımı Taxi Driver, Martin Scorsese'ın arıza filmlerinden biridir. Robert De Niro'nun delilik ve saplantı triplerini muhteşem sergilediği sahnelere Jodie Foster'ın küçük bir fahişeyi oynadığı sahnelerdeki başarısı eklendiğinde kadronun ne kadar seçkin olduğununa dikkat kesiliyorsunuz. 26 yaşındaki Vietnam gazisi Travis uyuyamama problemi için geceleri taksi şoförlüğü yapmaya başlar. Yapayalnız yaşayan ve herhangi bir amacı olmayan Travis'in hayatı seçimler öncesi seçim kurulunda çalışan Betsy'i gördükten sonra değişir. Saplantı haline getirdiği Betsy'e aşık olan Travis, kültür seviyesi ve yaşayış şekli farklı olan kızı tavlama işine girişir. Kendisine çeki düzen vermeye çabalar fakat beceremez. Çabaladıkça daha da saçmalar ve ikinci buluşmalarında gittikler erotik film ilişkinin bitimine sebep olur. Çünkü Travis normal biri değil, çevreye ve hayata uyum sağlayamayan "çok yalnız" bir bireydir.

Filmin ikinci yarısında Travis'te gördüğümüz ve tam olarak nedenini çözemediğimiz gariplik ilerleyen sahnelerle beraber Travis'in kendine kurduğu ve inandığı bir dünya ile tanışırız. Travis kendince hükümet için çalışan gizli bir tetikçidir. Kötülüklerle tek başına savaşan ve ilk silahlı saldırısında öleceğine inanan (Iris'e yazdığı mektupta bunu dile getiriyor) bir delidir. Birbirinden farklı iki kadını (Betsy ve Iris) tek bir amaçta kesiştiren Travis ilk olarak Betsy'nin çalıştığı senatörü öldürmeyi kafaya koyar. Silahlanır fakat bunu beceremez. Sonrasında Iris'i erkeklere pazarlayan adamı öldürmeye karar verir. Filmin sonunda ise hiç olmadığı kadar aksiyon ve kan vardır. Robert De Niro'nun o eşsiz sırıtışı, sabit bakışıyla gittiği otel kan gölüne döner. Silahlarını son kurşununa kadar boca eder 3 kişinin üstüne.


Film dışında Travis karakterinin kadınlara olan tutumu, koruyuculuğu beni çok etkiledi. Iris'e dediği gibi kadının yeri evidir evine dön tarzı repliklerinden ve ona dokunmamış olması, "ahlakının da sicili gibi temiz olduğunu" kanıtlamıştır.

İzlemeyenlere tavsiye edebileceğim kadar farklı ve dikkat çekici bir filmdir. Kendimce anlatmaya çalıştım fakat ben bir de Oğuz Bey'den dinlemek isterim filmi... =)

28 Mart 2009 Cumartesi

Filimadamı

Filim adamı şu aralar fazlaca kullandığım bir sinema sitesi. Site bizlere pek çok film ve bu filmlerin sinema sitelerinde aldığı oylardan, bilgisayarınıza indirebileceğiniz alternatif adreslere kadar pek çok hizmet sunmakta. Meraklıları için iyi bir seçenektir.

25 Mart 2009 Çarşamba

Durgun


"Aşksız olma ki ölmeyesin. Aşkla öl ki diri kalasın." demiş Mevlana.

Zaman zaman tedirgin olduğum güzel zamanlar geçiriyorum... Hissettiklerimin farkına vararak analizini yapıyorum. Olumlu düşünmeye uğraşıyorum, kısmen de düşünmemeye hiçbirşeyi... Slumdog Millionaire'in soundtrack'leri ile renkli bir dünyaya dalıyorum arada... Hala ve hala Ahmet Ümit'in Kar Kokusu kitabını okuyorum. Bir filmin yarısını dün, diğer yarısını bugün izliyorum. Herşey ağır çekim gibi, zevkle havayı ciğerlerime çekiyorum, yada bana öyle geliyor. Heyecan nasıl bir meretse artık kıpırdamadan durdurmaya çalışıyor beni olduğum yerde... Belki de diyorum; gevşeyip suyun akışını izlemeliyim huzurla...

21 Mart 2009 Cumartesi

Bir süre daha olmayacağım arkadaşlar... Büyük bir duruş sürecine girdim... Keyfini çıkartıyorum...

15 Mart 2009 Pazar

Kadın; Seçmek ve seçilmek

Pazar sabahı saat 0700'da ne hikmetse gazete almaya almaya giden ben tüm amelsizliğimle bir adet Elle dergisi de kapmış vaziyette tuttum evimin yolunu. Dergi bilindik moda dergisi fakat Hacer Yeni'nin "Yaşamayı" seçenlere seslendiği Seçmek ve Seçilmek başlıklı yazısı çok ilgimi çekti. Hacer diyor ki yazısının ortasında; "Filmlerin en mutlu sahneleri genellikle aşıkların kavuştukları ya da kadının sabredip beklediği ve sonunda muradına erdiği evlilik sahneleri olur. Bir kadın için seçilmelerin en önemlisi en önemlisi bir erkeğin seçimine nail olmaktır.Aslında bu konuda çok da suçlu değil. Ona bu öğretilir. Düzen budur, ne yapılırsa yapılsın bazıları için bundna ibarettir. Oysa erkekler hep seçimi kadınların yaptığını, bir kadının istediğinde herhangi bir erkeği kolaylıkla elde edebileceğini söyler dururlar. Yani onlara soracak olursanız seçilen onlardır. Gerçekten bu ne kadar doğru?"

Yazısını yaklaşan seçimlerlerdeki kadın sayısının azlığına ve yine o kadınların mecliste kalıp kalamayacağını seçen erkeklere getirerek sonlandıran Hacer Yeni bana kalırsa çok doğru tespitlerde bulunmuştur.

14 Mart 2009 Cumartesi

Hayatımın en güzel mercimek çorbasını en güzel ellerden yedim. 3 öğün yiyebileceğim pilav ve dondurmaya bir de mercimek çorbası eklendi. Tek fark yapan o eller olmadan çorbanın bir halta yaramaması. =)

10 Mart 2009 Salı

Soğan böreği gibi beynim

As beni mandallarınla ipe;
Sonra dans et benimle.
Dans et, dans et, dans et...


Not:
Bu aralar kafamdaki teknik arıza yüzünden heyecanlıyım arkadaşlar bu sebeple entry giremeyebilir, karışmış ellerimi, kollarımı, ayaklarımı çözmekle uğraşabilirim...

7 Mart 2009 Cumartesi

Ella Elle L'A

Benim gibi yağmur yüzünden eve tıkılmış bir arkadaşım bana "France Gall"'i hatırlattı... Ne de iyi etti, bir de internetle sosyalleşilemeyeceğini söylerler..





Laisse tomber les filles

Dead like me - Life after death

*Spoiler

Televizyonda yayınlanan dizisinin aksine çoğu kişinin sıradan ve yüzeysel bulduğu yönetmenliğini Stephen Herek'in yaptığı 2009 çıkışlı Dead like me - Life after death konu itibariyle ölmüş fakat dünyada kalmış kişileri anlatan filmlerden biraz farklı olarak, ölmüş fakat zamanı (ışığı görene kadar olan zaman) gelene kadar dünyada ölecek kişilerin ölüm anlarında ruhunu almakla görevli topluluğu anlatır. Yani birnevi azrailin ölüm timidir bu. Kafasına uzaydan gelen klozet kapağı çarparak ölen George (Ellen Muth) ve üç arkadaşı onlara gelen talimatlar doğrultusunda olay yerine giderek kişinin ruhunu canını yakmadan evvel alırlar ve ışığa yönlendirirler. Olaylar gelişir (gerisini anlatasım gelmedi inanın ki)

Film komedi kategorisinde olup gülünecek bir şey bulabilmek için çaba sarf ettiriyor fakat bulunamıyor. Afişine aldanılmaması gerektiğini düşünüyorum keza afiş benim fazlasıyla hoşuma gitti. Sanırım diziyü izlememiş benim gibi birileri varsa filmden sonra diziye de bir göz atmalılar diye düşünüyorum.

5 Mart 2009 Perşembe

The boy in the striped pyjamas

*Spoiler
"Çocukluk dönemini; sesler, kokular ve görüntüler belirler ta ki aklın karanlık tarafı gelişene kadar."
John Betjeman


Zaman ikinci Dünya savaşı sırası, su birikintilerine yansıyan kırmızı nazi bayrakları, sırtlarında okul çantaları kısa şortlu çocuklar askerlerin arasından koşarak evlerine dönerler. Tam bu sırada yahudiler askeri araçlara bindirilirlerken aynı anda ihtişamı, hizmetçisi bol bir evde hazırlık yapılmaktadır. İşte böyle başlıyor 2008 yapımı The boy in the striped pyjamas.

Hitler yanlısı babası asker olan 8 yaşındaki Bruno ve ailesi, babasının terfisi sebebi ile Berlin dışına taşınırlar. Kırsalda duvarlarla çevrilmiş büyük bir eve yerleşen Bruno'nun ilk keşfettiği şey, odasının penceresinden gözüken uzaktaki pijamalı çiftçilerdir. Babasına neden pijama giydiklerini soran Bruno "onlar insan bile değil" yanıtını alır. Çocuk gözüyle olanlara bir anlam veremez, tedirgin olur. İlk olarak evin mutfağında çalışan ve eskiden doktor olan yahudi Pavel ile tanışır. Bir doktorun neden evde patates soyduğunu sorar ona ve çocuk aklıyla daha evvel iyi bir doktor olmadığı sonucuna varır. Bir gün arka bahçeden etrafı keşfetmek için kimseye görünmeden kaçan Bruno çiftlik zannettiği toplama kampına varır. Tel örgüleri ardında yaşıtı olan Shmuel ile karşılaşır. Aralarında sadece dikenli teller vardır. Shumel'un Bruno'ya tanıştıktan sonra sorduğu ilk soru yanında yiyecek bir şeylerin olup olmadığıdır. Bruno için ise herşey bir oyundur. Shumel'un yakasındaki numara da dahil. Dikenli tellerin ise iki arkadaş içinde farklı anlamı vardır. Bruno tellerin hayvanların dışarı çıkmaması için olduğunu zannederken Shmuel onların insanlar için olduğunu bilir.

Zamanla Bruno her gün Shmuel ile oynamak için tel örgülerin yanına gider ve giderken arkadaşına yiyecek götürür. Anlam veremez neden top oynamanın yasak olduğuna, o sadece bir toptur ne de olsa... Günler geçtikçe Bruno daha fazla soru sormaya başlar, aldığı cevaplar yahudilerin şeytan, beceriksiz ve kötü olduklarıdır. Fakat Bruno bu nitelikte hiç yahudi görmemiştir ve kafasında bu tiplemeyi oturtamaz. Babasının gittikçe sertleşen davranışları babayla duyulan gururu sekteye uğratır. Yahudilerin yakıldığını öğrenen annenin babaya karşı soğuk davranışları, abla Gratel'in artan nazi hayranlığı evde büyük gerilim yaratır.
Bruno ve Shmuel birbirlerine daha çok bağlanmışlardır. Bir plan yapalar. Bruno Shmuel'in getirdiği pijamaları giyerek tellerin diğer tarafına geçmeye karar verir. Bir kürekle tellerin yanına giden Bruno önce Shmuel'in getirdiği çizgili pijamaları giyer ve kazmaya başlar. Kampa girdikten sonra Shmuel'e söz verdiği gibi kamp içinde birden (!) kaybolan Shmuel'in babasını bulmaya giderler. O anda Alman askerlerin yahudileri kurban etme vakti gelmiştir. Ve itiş kakış bir grup kişiyi malüm sona doğru sürüklerler tabi ki Bruno'da içlerindedir. Bir kapı vardır. Sürgülüdür... Kapının ardında giysilerini çıkartmış insanlar vardır... Ve çocuklar da o kapının diğer tarafındadır... Yanız aynı tarafta ve beraber...


John Boyne'nun kitabından uyarlanan filmi Mark Herman yönetiyor. Filmin başrollerini 1997 doğumlu Asa Butterfield (Bruno) ve 1998 doğumlu Jack Scanlon (Shmuel) paylaşıyorlar. Çok da iyi ediyorlar. Film geçen gün bahsettiğim The Reader'da olduğu gibi İngilizce. Almanya'da İngilizce konuşan katı milliyetçi naziler olduğunu düşünmek dahi kişiyi kahkahaya boğacak cinsten bir yönetim fiyaskosu.

4 Mart 2009 Çarşamba

Rachel getting married

*Spoiler


Rachel getting married 2008 yılı yapımı Jonathan Demme filmi. İzlemem gereken çoğu filmden daha ön sıralara geçmesinin tek sebebi ise saçları bir hayli kısaltılmış, elinde sigarası ve melankolik hali ile bir bağımlıyı canlandıran Anne Hathaway. 9 ay boyunca rehabilitasyon merkezinde kalan ve bu süre sonunda eve dönen Kym, kardeşi Rachel'in düğününe yetişir.

Kym bir esrar ve hap bağımlısıdır ve ailede davranışı yüzünden güven sarsmıştır. Düğün arifesi sebebi ile ev kalabalıktır, düğün kutlaması yapılır.Yemekler yenir, şarkılar söylenir ve herkes teker teker Rachel ve Hawai'li Sidney hakkında konuşur, hikayeler, anılar anlatır. Bu durum zarfında Kym yine herkesten farklı hisseder. Dışındadır herşeyin. Asiliği ve farklı hissetmesi yüzünden belki de sevilmeyen birisidir. Bunun ezikliğini hisseden Kym'nin düğün yemeğinde Rachel için yaptığı konuşma beni çok etkilemiştir.

Anne babasının boşanmış ve her ikisinin de başka kişilerle birlikte olması Kym'in deyimiyle işlevsiz ailesi içerisinde istenmeyen ve horgörülen Kym, bunun yanında onu sevmeyen abla ve anneye fakat kızlarına deli olan dehşet bir babaya sahiptir. Baba her daim orta noktayı bulma derdinde maymun olan tiplerdendir fakat bu durum asla yeterli gelmez çünkü Kym sevilmediğini ve kabul görmediğini benimsemiştir. İstenmediğinden ise tamamen emindir.

Bunlar olurken düğün esas kızımız için felakete dönüşür. Kardeşinin bulunduğu arabayla kaza yaparak onun ölümüne neden olan Kym için mutsuzluk yalnızlığına saklanmıştır. Her daim yaptığı hatayı yüzüne vuran bencil ötesi ablası Rachel'ın sadece kahrolası düğününü düşünmesi ve Kym'in varlığından büyük rahatsızlık duyması da Kym'in hayatını çekilmez kılar. Bazı bazı gözyaşlarına boğulmuş Anne Hathaway bunu bize çok güzel bir oyunculukla gösteriyor. Böylesi bir performans beklemiyordum kendisinden itiraf etmem gerekirse.

Filmin buruk yanları kadar eğlenceli anları da vardı. Mesela Sidney ile kızların babasının bulaşık makinesine en çok bulaşığı en kısa sürede yerleştirme bahsi, yaşanan curcuna.

Film hareketli kamerayla çekilmiş, geneli yakın çekim ve sanırım arada el kamerası kullanılmış. Bu da filme inanılmaz bir doğallık ve sempati katmış. Bana kalırsa filmi seven kadar sevmeyen ve bunalanlarda olacaktır. Her kesime hitap etmediğini düşünüyorum.

Ve ayrıca; her telden soundtracklere sahiptir. Bayıldım dım dım...

3 Mart 2009 Salı

Güneşin Oğlu

*Spoiler
"Aynaya bakın, kendinizi göreceksiniz"


Güneş tutulması ile değişime uğrayan emekli öğretmen Fikri'nin önce üniversite öğrencisi Ahmet, garson Burak, kiralık katil Murat, sonrasında Şair Alper'in bedenine girerek yaşadığı absürt olayları anlatan Güneşin Oğlu bir Onur Ünlü filmidir. Özgü Namal, Haluk Bilginer, Bülent Emin Yarar ve Hümeyra'nın başrollerini paylaştığı film, kimilerine göre çok komik fakat benim beklentimi karşılamadı . Sanırım konusunu yadırgadım ilk sahnelerde Polis filminde olduğu gibi tam emin değilim. Sonrasından ise zamanla filme kaptırıyorsunuz ya da film sizi içine çekiyor bunu ciddi ciddi söyleyebilirim. Oyunculuklara gelirsek yine yine güzel, aklıbaşında, oturmuş tanımlamaları uygundur.


Filmde Haluk Bilginer'in ağlaya ağlaya söylediği şu dizeler beni benden almıştır oturdum yazdım kelime kelime...

Aman kendini asmış yüz kiloluk bir zenci
Üstelik gece inmiş ses gelmiyor kümesten
Ben olsam utanırım bu ne biçim öğrenci
Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten

İyi nişan alırdı kendini asan zenci
Bira içmez ağlardı babası değirmenci
Sizden iyi olmasın boşanmada birinci
Çoook canım sıkılıyooooo kuş vuralım istersen

Sonuç olarak güneş tutulması anında doğmuş kişiler güneşin oğlu ya da kızıdır ve ölümsüzdür. Ölen kişilerin yerlerine geçebilirler çünkü ruhları özgürdür.

Aranızda güneşin evladı olan var mı?

1 Mart 2009 Pazar

The Reader

*Spoiler

"The Lady with the Little Dog"
Bu cümleyle başlamak istedim filmi anlatmaya. Anton Chekhov'a ait bir kitabın ismi.


Son zamanlarda o kadar güzel filmler varki sinema dünyasında heyecanlanıyorum ve hepsinden bahsetmek istiyorum.

2008'in en en iyi filmlerinden biri olan The Reader 'ın yönetmeni Stephen Daldry. Bernhard Schlink kitabından uyarlanmış filmin başrollerini Oscar kazandıran Hanna Schmitz rolü ile muhteşem insan Kate Winslet, Michael Berg karakterinin gençliğini canlandıran adını ilk kez duyduğum David Kross ve yine aynı karakterin yaşlılığını oynamış Ralph Fiennes.


1958 yılında Batı Almanya'da 20'li yaşların ortalarında olan Hanna'nın tesadüf eseri 15 yaşındaki Michael ile tanışmasıyla başlar film. Michael ilk cinsel deneyimini yaşadığı Hanna'ya aşık olur ve bu şekilde yaşamaya başlarlar. Zamanla Hanna Michael'dan ona kitap okumasını ister. Hanna kitaplarla sevinir, heyecanlanır, korkar, ağlar... Hanna asla kitap okumaz çünkü o ona kitap okunmasından hoşlanır.

Michael 16 yaşına bastığında Hanna hiçbirşey demeden çeker gider. Böylece Michael onu uzun bir süre görmez. Bu zaman zarfında Michael hukuk öğrenimi görmeye başlar. Yaşıtlarıyla beraberdir vs... Yapacağı meslek gereği dava izlemeye gittiği bir gün Yahudi soykırımı yapan Nazi gardiyanlarından 6 kadın arasında Hanna'yı görür. Ve film başladığı dakikadan itibaren sizi kucakladığı hüznü iki katına çıkartır şaşkınlığınızın yanında. Daha fazla anlatmak istemiyorum çünkü bana tüm filmi anlattığım içn kızıyorlar.

Film Batı Almanya'da geçmesine rağmen dilin İngilizce olması tek fiyaskoydu bana sorarsanız. Bu ayrıntı beni inanılmaz rahatsız etti. Fakat bunun dışında inanılmaz etkileyici ve akıllardan silinmeyecek bir film ve bir Kate Winslet idi.

The Edge of Love

*Spolier
The Edge of Love 2008 yılı yapımı John Maybury'e ait dramatik bir film. Kendisini devamlı tekrar eden Keira Knightley ve muhteşem oyunculuğuyla Sienna Miller'ın bana göre gövde gösterisi yaptığı film 1940 yılında Londra'da geçmekte. Savaş zamanı kullanılmayan metroda şarkıcılık yapan Vera, Vera'ya çocukluğundan beri tutkuyla bağımlı çapkın şair Dylan Thomas, Dylan'ın hafifmeşrep karısı Caitlin ve Vera'nın severek evlendiği asker David arasında geçen fırtınalı ilişkileri konu alır. İlk ilişkisini Dylan ile yaşamış Vera, barda oturmuş Dylan ile flört ederken ortaya Caitlin çıkar ve Dylan'ın evli olduğunu öğrenir. Vera hayalkırıklığına uğrar. Bir erkeği paylaşamayan ve ağız dalaşı yapan Caitlin ile Vera zamanla çok iyi dost olurlar. Parasızlık yüzünden 3'ü aynı evde yaşamaya başlarlar. Vera'ya aşk olan genç asker David, Vera ile evlenerek o günlerde süren 2. Dünya Savaşı'na katılarak hamile Vera'yı diğer iki dostuyla bırakır ve Yunanistan'a gider. Uzun zaman David'den haber alamayan Vera kocasına karşı duygularından emin olamaz ve tüm karşı koymalarına rağmen Dylan ile birlikte olur. Biz buna aramızda dost kazığı diyoruz haliyle. Neyse Vera'nın bebeği doğduktan 1 yıl sonra David savaştan bitik vaziyette çıkar ve gelir. Tabi Vera, David'in savaştan yolladığı paranın hepsini Dylan ve Caitlin'e vermiştir ve David buna çok bozulur. Ayrıca savaşta az biraz kafayı sıyırmış David, Dylan ve Vera arasında geçenleri sezer, çevreden de duyduğu dedikodularla gaza gelir, alır silahı yallah Dylan'nın evini basar, mahkemelik olurlar...


Film güzel, mekanlar Galler kültürünü yansıtan cinsten. Senaryo şiirsellikle içiçe. Makyaj, giyim kuşam yerinde. Savaşa dahil İngiltere'nin savaşa bakışını da az biraz sezebiliyorsunuz. Ayrıca filmin senaryosunu Keira Knightley'nin annesi yazmış onu da ayrıca kutluyorum niyeyse...

Not: Üst fotoğrafta görülen çizmelerden tarafıma bi zahmet temin etmenizi rica ediyorum.
Saygı ve sevgiyle...