İlk rujumu sürüp de sokağa çıktığımda rujun rengi kırmızı üstümdeki tişört mor, altımdaki şort ise yeşildi... Ezgi'ye "hoşgeldin" demeye hastaneye gittiğimde yanımda rahmetli babannem vardı... Yeşil başörtüsüyle... Sımsıkı elimden tutmuş ve her zaman olduğu gibi hızlı hızlı koştura koştura, az zamanda gelivermiştik partinin olduğu yere... Hastanenin kapısına geldiğimizde babam gördüğü manzaradan pek memnun olmamış ki gürlemişti ruj hadisesine... Yine hızlı hızlı başörtüsüyle silivermişti babannem dudaklarımı, panikle... Halbuki daha 8 yaşındaydım ve yeni doğmuş kardeşime "hoşgeldin" derken güzel gözükmek istemiştim.
Bizi tanıyan hemşireler, -ki Sevinç teyze, yengem vs.. pür dikkat beni izliyorlardı bekleme odasında... Kıskançlık belirtisi görmek için gözleri bana dikilmiş bense dışarda yediğim zılgıtın burukluğu ile neyin geleceğini az bir merakla oturuyordum deri kahverengi koltukta... Hem ben ısrar etmiştim "benim de kardeşim olsun" diyerek anneme, tüm cehaletimle... =) Sonra beyaz bir bez parçasına sarılmış kara kafalı, uzun suratlı bir bebeği koydular kucağıma itinayla... Aman kafasını tut bilmemne... Devamlı soruyorlar tabi; isim düşündün mü? Ne olsun adı? Abla oldun artık... Doğrusu ismini ilk "Ece" olarak düşünmüştüm. Sonra "Bûse" de olabilir dedim. Nedense? Nitekim "Ezgi" oldu Vedat amcanın isteği üzerine. İyi bir isim mi hala kararsızım. 1989 Ağustos sıcağının 7. günü işte böyle koşturmalıydı...
Ezgi büyüdükçe bana hiç benzemediği ve benzemeyeceği çıktı ortaya... Beni örnek almadığı gün gibi meydanda olan, soğuk gözüküp çok daha sıcakkanlı, asi gözüküp daha saygılı ve ağır başlı, yeteneksiz olup çalışınca her haltın üstesinden gelebilen hırslı ve başarılı bir zat oldu kendileri.
Her doğum gününde benim de büyüyüp yaşlandığımı göz ardı ederek diyorum ki; Nice nice mutlu, ereklerinin ardından sağlam adımlarla, mantığınla, kocaman ve kırılgan kalbinle, kuvvetli iradenle geçireceğin yıllar dilerim ablacım, sen ki canımın dörtte üçüsün her daim...
Eh buna istinaden günün parçası da Ezgi kişisine gelsin bakalım...
Bizi tanıyan hemşireler, -ki Sevinç teyze, yengem vs.. pür dikkat beni izliyorlardı bekleme odasında... Kıskançlık belirtisi görmek için gözleri bana dikilmiş bense dışarda yediğim zılgıtın burukluğu ile neyin geleceğini az bir merakla oturuyordum deri kahverengi koltukta... Hem ben ısrar etmiştim "benim de kardeşim olsun" diyerek anneme, tüm cehaletimle... =) Sonra beyaz bir bez parçasına sarılmış kara kafalı, uzun suratlı bir bebeği koydular kucağıma itinayla... Aman kafasını tut bilmemne... Devamlı soruyorlar tabi; isim düşündün mü? Ne olsun adı? Abla oldun artık... Doğrusu ismini ilk "Ece" olarak düşünmüştüm. Sonra "Bûse" de olabilir dedim. Nedense? Nitekim "Ezgi" oldu Vedat amcanın isteği üzerine. İyi bir isim mi hala kararsızım. 1989 Ağustos sıcağının 7. günü işte böyle koşturmalıydı...
Ezgi büyüdükçe bana hiç benzemediği ve benzemeyeceği çıktı ortaya... Beni örnek almadığı gün gibi meydanda olan, soğuk gözüküp çok daha sıcakkanlı, asi gözüküp daha saygılı ve ağır başlı, yeteneksiz olup çalışınca her haltın üstesinden gelebilen hırslı ve başarılı bir zat oldu kendileri.
Her doğum gününde benim de büyüyüp yaşlandığımı göz ardı ederek diyorum ki; Nice nice mutlu, ereklerinin ardından sağlam adımlarla, mantığınla, kocaman ve kırılgan kalbinle, kuvvetli iradenle geçireceğin yıllar dilerim ablacım, sen ki canımın dörtte üçüsün her daim...
Eh buna istinaden günün parçası da Ezgi kişisine gelsin bakalım...
1 yorum:
kardeşine güzel gözükmeye çalışma şeklin de çok hoşmuş :)
Yorum Gönder