29 Eylül 2007 Cumartesi

Daldan Dala

Gün, bana bozuk cd'leri kakalayan dükkan sahibini azarlamamla başladı. Attığım trip sonucunda bir daha o dükkana giderek alışveriş yapmayacağımı anladı. Aldım bozuk cd'lerimi gittim bir alt kattaki dükkana. Kimsecikler yoktu yukarıdaki dükkana nazaran. Rahatça filmlere baktım. İsminin Barış olduğunu öğrendiğim satıcıyla filmler, yönetmenler hakkında dedikodu yaptık. Bozuk sandığım cdleri kurcaladık. Evet, bozuktular. Bana yenilerini çekti. Bir kaç adet de program verdi. Güle oynaya tuttum evimin yolunu. Yani kısaca filmlerimi aldığım dükkanı değiştirdim demek istiyorum.


Barış Ünver 'in blogunda okuduğum ve deli gibi merak ettiğim 2003 yapımı Anger Management izlemenizi tavsiye edeceğim ilk film. Günümüzde hepimizin baş etmeye çalıştığı öfke ve öfke kontrolü üstüne çekilmiş en matrak film. Başrollerini; yumurta kafalı yakışıklı Adam Sandler, Dünya üzerinde ki en iyi oyunculardan biri olan ve benim nedense kötükediŞerafettine benzetmekte ısrar ettiğim Jack Nicholson paylaşmaktadır. Adam'ı saymazsak filmde harika bir oyunculuk vardı. Belki Ben Stiller olsaydı çok daha iyi bir performans sergileyebilirdi diye düşünüyorum. Film ilk yarısında gayet hareketli olmasına karşın, ikinci yarısında artık sonunu gayet iyi bir şekilde kestirebildiğiniz bir tv filmine dönüşmekte. Yine de keyifle izleyip, gülebileceksiniz.






Gerçek bir davadan uyarlanmış bir film var sırada. Zodiac , beni kendine hayran bırakan bir senaryoya sahip David Fincher filmidir. 1966 yılında işlenen bir cinayetin ardı arkasının kesilmemesi, kendisine Zodiac lakabını takmış bir katilin, medya ile çevreye ün ve korku salması, buna nazaran asla yakalanamamasını anlatmakta. Robert Graysmith rolünü Jake Gyllenhaal canladırırken, David Toschi'yi ise Mark Ruffalo oynamaktadır. Yer yer bizi geren bu filmin gerçek hayatta yaşanmış olması bu durumu ikiye katlar. Bu filmi anlatmayı çok istiyorum fakat, sizin izlemenizi daha mantıklı buluyorum. Filmin internet sitesinde cinayetlerin gerçek zamanlı fotoğrafları mevcuttur.



Buradan da tüm cinayet detaylarına ulaşabiliyorsunuz




Buradan da izleyebilirsin hani



Sıradaki film germeyen, aksine rahat rahat izleyebileceğiniz bir gerilim filmi. The Reaping, bu yılın Nisan ayında ülkemizde vizyona girmiş, Oscar sahibi çirkin, itici kadın Hilary Swank'ın başrolünü oynadığı film. Tanrıya olan inancını Afrika'da kızının ve kocasının yine Tanrı'ya kurban edilmesi ardından kaybetmiş bir profesörün Heaven isimli bir kasabaya giderek oradaki olağandışı olayları araştırmasını konu almaktadır. Film sonunda bir ters köşe durumu yaşanmakta olup, bak şuraya yazıyorum filmin ikincisini de burada anlatmak nasip olacaktır.






Ve bu sabah bir aydır izlemek için ıkındığım ve bir türlü gaipten gelen engeller sebebi ile izleyemediğim 300 'ü sindire sindire izlemenin keyfine vardım. Bu nasıl bir filmdir kardeşim? Sen nasıl bir film çektin Zack Snyder? Bu ne kadar güzel bir görsel şölendir böyle? Bana kalırsa filmin başrol oyuncusu asla önemli değil, filmde anlatılan şey, yaşanan duygu herşeyin üstündedir. Kadına verilen değer, şimdiye bakıldığında gözyaşartan cinstendir. Ekip olmanın karşısında hiç bir gücün duramayacağı gerçeği gözümüze sokulmuştur. Beni en etkileyen sahne şudur ki; Zenci bir elçi acem Sparta'ya gelir ve teslim olmaları için teklif getirir. Kralın karısına hakaret eder. Ve Spartan King Leonidas karısından da onay aldıktan sonra halkının önünde [muhteşem bir biçimde] elçiyi öldürür.





Buradan da izleyebilirsin

Herkese iyi seyirler dilerim.

27 Eylül 2007 Perşembe

Zekanın Sınırları Vardır, Ama Aptallık Sonsuzdur

Onlar da demokrasiye inanmıslardı, ak günlerin nurlu ufukların geleceğini sanıyorlardı. İmam Hümeyni öyle demişti ya, koskoca imam yalan söyler miydi? Şah gidecekti ve her şey güzel olacaktı. O ülkenin de inanmış SOL'cuları vardı ve her şey demokrasi içindi. O demokrasi Komunist Parti iktidarına 'bile' yol verecek, yön çizecekti. Bugünkü İran'a bakıp da sakın bunlar her zaman örümcek kafalıydı diye düşünmeyin, İran entellektüeli gerçek anlamda okur(du), yazar(di) ve okuduğunu anlar(dı). Tek anlayamadıkları 'İmam Efendi' oldu, onu da hayatlarıyla ödediler, tıpkı bir gecede katledilen 5000 hava subayı gibi.



(1979 evvel iki güzellik kraliçesi biri Bahar güzeli, diğeri İran)

Seneler evvel bir rastlantı eseri, gerçek Sehinşahin'in torunuyla tanıştım. Hani su Rıza Pehlevi'nin devirip yerine geçtiği, gerçek ŞAH. O aile ki, Şah Rıza Pehlevi tarafından ihanete uğramış, tahtından edilip sürgüne gönderilmiş. O 'bile' Pehlevi'nin devrildiğine sevinememiş, bir an bile İmam Hümeyni'nin sözlerine KANMAMIŞ. Evinin başköşesini MUSTAFA KEMAL'İN dedesiyle beraber cekilmiş, siyah beyaz, çok güzel çerçevelenmiş iki büyük fotoğrafı süslüyordu. Eve her girene 'önce' o resmi gösteriyordu gururla. Ondaki kadar MUSTAFA KEMAL'İ anlatan kitap az TÜRK evinde vardır.

Diyordu ki "Biz MUSTAFA KEMAL gibi bir lidere sahip olabilseydik, ne ŞAH'ı ne de HÜMEYNİ'yi yaşardık..."


(1979 Öncesi bir konserden)

Hümeyni, er geç SOLCULARLA anlaşmazlık çıkacağını biliyordu ve buna hazırlıklıydı. 22 Şubat'ta ilk saldırıya geçti. Halkın fedaileri devrim önderinin konutunun önünde bir resmi geçit düzenlemişti. Hümeyni radyo ve televizyon aracılığı ile komünistleri ve ALLAHSIZLARI huzuruna kabul etmeyeceğini duyurmuştu. Hümeyni'nin Paris'te (sürgündeyken) söyledikleri daha unutulmamıştı; ŞAH'IN DEVRİLMESINDEN SONRA MUHALEFET ÖRGÜTLERİNİN DE TOPLUMDA BİR YERİ OLACAĞINI, KOMÜNİSTLERİN 'BİLE' DÜŞÜNDÜĞÜNÜ SÖYLEME VE ÖRGÜTLEME HAKKININ OLACAĞINI SÖYLEYELİ ÜÇ AYI BİLE GEÇMEMİŞTİ.

(1979 öncesi bir kadın dergisi)


..."Her şey İslam dini ile ahenk içinde olmalıdır. KAPAYIN KULAKLARINIZI. 'Halimiz ne olacak?' diye soranlara kulak asmayın. Bunu soranlar, bizi yıpratmak devleti yıpratmak, İSLAM DİNİNİ yıpratmak istiyorlar. Bütün devlet daireleri, bütün makamlar temizlenmeli..." Ardından sözö nasıl bir devlet kurulacağına ve yapılması tasarlanan halk oylamasına getiriyor: "Halkımız, bir İSLAM CUMHURİYETİ istiyor, herhangi bir cumhuriyet değil, demokratik cumhuriyet değil, demokratik islam cumhuriyeti de değil, SADECE VE SADECE İSLAM CUMHURİYETİ istiyor..."


(1979 öncesi)

Kitlelerin içgüdüsünü yönlendirmeyi, yıllardır imtiyazli tabakalara ve aydınlara karşı birikmiş öfkeyi ve cinsel arzuları dizginlerinden boşandırıp hasımlarının üzerine yöneltmeyi çok iyi biliyorlar.

Kitleleri çok iyi tanıyorlar, onların nefret ve öfkelerini, tüm çıplak ayaklılar, ezilmişler, yoksullar ve de özellikle KADINLAR kendilerinden geçene kadar körüklüyorlar... Özellikle gecekondu halkı ideolojik aşılanmalara cok yatkın. Devrimden 4 ay sonra mollaların gücünün temelini bunlar oluşturuyor. Fundamentalist rejimin başarıya ulaşması için gereken tüm özellikler var bunlarda. Köklerinden koparılmış, ne köye ne kente uyan, başı boş, vahşi, cahil ve eğitim görmemiş, lümpen bir yaşam sürmek zorunda bırakılmış, kendi kaderine terk edilmiş, Allah'a inanan, mideleri boş, içi öfke dolu, kendine güvensiz, toplumun dışına itilmiş bu insanlar her önderin, her otoritenin, her ideolojinin peşinden gitmeye hazır...


(İranlı kadın BUGÜN, bir recm töreni esnasında kaydedilmiş)


2500 yıllık İran monarşisi bu akşam sona eriyor. Şah rejimi, derme çatma bir kulübe gibi yıkılıyor. Mutlu bir geleceğe bakıyoruz. Halkın kendine güveni artıyor. Kıvanç duyuyor utkusundan....

"Halkımızın, pek her şeyi bildiğine inanasım gelmiyor" diyorum biraz sakınarak. Geçen ay bir yürüyüşte 'Allah bir, Parti bir, Önder bir!' diye bağırarak bıçak ve zincirlerle üzerimize yürüyen delikanlıları unuttun mu? Özgürlük ve adalet için yaşamını tehlikeye sokan bir insanın (Yazar: Hümeyni'yi kastediyor), yasaların çiğnenmeyeceğini ve bu yasaların herkes için geçerli olduğunu bilmesi gerekir. Suçluluk, suçsuzluk kavramları herkesin öznel yargı gücüne bırakılamaz... "



Yürüyüşlere katılan çarşaflı, feraceli kadınlar için değişen fazla bir şey olmadı. Bunlar devrimden önce de baskı altındaydılar.. Şimdi ise sokaklara dökülüp yürüyüşler yapıyor, ülkenin kaderini çizdiklerini SANARAK değişik bir duyguyu tadıyorlar....Identite arayışı mutlaka, burada daha güncel, Berlin'deki başörtülü Türk kadınlarını gördükçe İran'da olanları daha iyi kavrıyorum. NAMUS, İFFET SORUNU, CİNSEL SAKINIM DEĞİL BU, apaçık IDENTITE SORUNU...


Yıl 2007 Türkiye...


"Demokratik tercihini bizden yana kullanan vatandaşlarıma sesleniyorum... Sizin sandıkta verdiğiniz mesajı anlıyorum. Lütfen müsterih olun. Hepimiz birleşerek demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyeti daha yükseklere taşıyacağız... Cumhuriyetin temel niteliklerinden taviz vermeyeceğiz..." (R.T.Erdoğan)

Peki İMAM HÜMEYNİ ne demişti..?


Ve Türkiye Cumhuriyeti

22 Temmuz 2007
Çaglayan

C.Yan@gmx.net


(En son fotoğraf hariç; Bahman NİRUMAND, İran'da soluyor çiçekler parmaklıklar ardında)

26 Eylül 2007 Çarşamba

Silikon Arkadaşlıklar


Ben arkadaşlığı daha farklı algılıyorum sanırım...

"Gel beni pişpişle" demekle arkadaşlık olmuyor maalesef..

Sevgi kelebeği değilim, herkesleri de sevemiyorum maalesef.. Saçmalık..Kimse herkesleri sevemez... Birini devamlı överse kişi, bu ikiyüzlülüğe girer. .. İyi ki hayatımdan bir kaç kişiyi çıkartmışım ben. Yoksa kandırmacanın içinde sürüklenip giderdim. Neyse o.





Saat 1645'te kalktım bugün. Az uyudum tabi, 5 saat ne ki? Kalkıp evde dolaşırken mutfakta bir adet turuncu, lastik bir kek kalıbıyla karşılaştım. Adı SoftBowl'muş. Anneme sordum ne işe yaradığını ve aynen şöyle anlattı; "Bak Burcu, diyelim ki kekini yapıyorsun bu kabın içinde buzluğa atıyorsun. 3 gün sonra misafirin geliyor. Olduğu gibi microdalga fırına at 2 dakikada taptaze kekin hazır. Bu kap silikondan yapılmış." Evet kek, börek, çörek yapmayı seven insanlar, yemekle alakam olmadığından ben bunun yeni bir icad olduğunu zannediyorum hala. Bilmiyorum yani belki de yeni bir icattır. Ama keki taptaze yapıyormuş ya bir de önemi yok. Migros'ta 20 YTL'ye satılmaktadır. Koşun alın. Çeyiz yapın.





İşte böyle.... Konuların kesişim noktası şudur ki; günümüzde her haltın basiti çıkmıştır. Arkadaşlığınızı da kek kalıbına dökerek buzluğa kaldırıp 4-5 gün sonra microdalga fırına koyup taptaze yiyebilirsiniz. Yedikten sonra bir de bakarsınız ki kırıntıları kalmış. Tüketiyoruz ahali...


25 Eylül 2007 Salı

Miss Potter

2006 yılı yapımı, ülkemizde gösterime girmiş, ünlü çocuk kitapları yazarı Beatrix Potter'ın hayarını anlatan Miss Potter 'ı izledim iki gün evvel. Chris Noonan'ın yönettiği, başrollerini Reneé Zellweger ve Ewan Mcgregor'un paylaştığı tatlı bir yaşam öyküsü.



Bu filmde asla; savaş, aksiyon, fazlasıyla gözyaşı, seks vs. beklemeyiniz derim ben. 32 yaşında hiç evlenmemiş Beatrix'in sonradangörme ailesiyle, hayvanlarla olan arkadaşlığıyla, aşkıyla, kaderiyle tanışacaksınız. Beatrix rolüne Reneé Zellweger cuk oturmuş kanımca. Bazı zamanlar karşımda Bridget Jones varmış gibi hissetmedim değil aslında. Hoş aralarında sadece iki fark vardı. Birincisi; olaylardan biri 20. yy başında, diğeri sonunda geçmekte. İkincisi ise; Bridget çok kalın bir bele sahipken, Beatrix'in ise eminim ki 57 cm bel kalınlığı vardı. Başka bir fark göremedim. Benim gibi Reneé Zellweger tutkunuysanız izlemenizi tavsiye ediyorum. Mesela ben ikinci kez izliyorum şu an.

23 Eylül 2007 Pazar

Yağmur Damlaları

Artık yağmurlar yağmaya başladı. Kış mı geliyor ne? Geceleri caddeler ıslak, ışıklarla daha da parlak. Her şey olması gerektiği gibi... Üstümüzde yağmurluklarımız, ayağımızda botlarımız. Olağan... Ya psikolojim buna nasıl uyum sağlayacak. İnanın ki bilmiyorum.

21 Eylül 2007 Cuma

Millet Olmuş Kepaze

3 yıldır günün değişik zamanlarında işyerimin dış kapısından ofise kadar yürüyorum. Daha doğrusu genel olarak güruh halinde yürüyoruz. Siz hiç sürü halinde bir kaldırımdan 200m kadar yürüdünüz mü? Belki bu mesafe daha fazladır şimdi gözümde kestiremiyorum. Ve şöyle de bir koşul var; kaldırımdan inmek sarı kart görmeye bedeldir. Haydi ardarda yürüyün bakalım. Kafile misali.

Ne anlatmaya çalışıyorum bilmiyorsun tabii... Yavaşız kardeşim. Benim milletimin insanları y.a.v.a.ş. Bu işyerinde benim sinirlerimi hoplatabilen yeğane durum budur. Beni strese sokan, uyuz edendir. Yavaşız. İşe gelişimiz, YavaŞ. İşten çıkışımız YavaŞ. Yemeğe gidişimiz ve yemekten dönüşlerimiz YavaŞ. Peki biz toplum olarak bu yavaşlık ve miskinlikle nasıl gelişebiliriz? Herkes hayattan bezmiş. O 200m'lik yolda ellerinde çekirdek olsa bu millet çitleye çitleye, deniz kenarında dolaşan gönüladamı misali yürür gider yemin ediyorum.
Hızlı olmalıyız arkadaşlar. Yürümemiz dahi hızlı olmalı. Hep bir yerlere yetişmeliyiz. Zaman artık çok kıymetli. Hem özel hayatta hem de iş hayatında boşa harcayacak vaktiniz var mı zannediyorsunuz? Hayır! Yanılıyorsunuz.


Bir ikinci konu ise otobüsler. Düşünün ki bir işyeri servisi otobüsünde gününüzün 2 saatini geçirmektesiniz. Gayet düzgün vaziyette gidip tünemektesiniz bir koltuğa. Sabahın körü. Ayının biri [ ayı diyoruz biz bunlara kusura bakmasın gerçek ayılar] geliyor. Zıplayarak atlıyor önünüzdeki koltuğa. Sanki uçuyor mübarek. Poposunu koltuğa koyduğu anda harttttt! diyerekten arkasına yaslanıyor kalas. Yetmiyor tabii bu bir de koltuğu yatırmalı geriye doğru. Evindeymiş gibi... Rahata ermeli yavşak. Bu ne demek biliyor musunuz? Saygısızlık. Biz millet olarak saygısızız. Bunun başka bir açıklaması varsa da benim terbiyem müsaade etmez. Bu saygısızlık karşısında rahatsız olan kişi ise bu hanzoyu uyarır ve rica eder koltuğa insanca oturması hususunda. Ne olur? Bu kahvehaneden çıkmış angut kişi ters ters bakar ve koltuk arkalığını biraz öne alabilir. Ama birazcık. Pislik ya... Yapar.. En sonunda saygılı kişi de zıvanadan çıkar ve sidik yarıştırmaya başlarlar. Kişi dizlerini koltuğun altına doğru dayar ve koltuğa bastırır. Bütün yol böyle giderler. Bu nasıl bir durumdur açıklar mısınız?


Bana kalırsa "insan neden durup dururken katil olur?" sorusunun en iyi uygulamalı açıklamasıdır. Yakından görmek için buyrun bizim servisimize binin.

19 Eylül 2007 Çarşamba

Aynı Özge Gibi

Bu Janis Joplin.

Bu resme baktığında ne görüyorsun? Hani sanki bir festivale gitmiş hippi bir üniversiteli kız gibi değil mi? Arada otunu çeker, her daim birasını yudumlar. Kafası iyi olunca kumsalda kısacık şortuyla dans eder. Nerede uyuduğunu, nasıl yattığını hatırlamaz sabah kalktığında... Aynı Özgem gibi derim bazen... Özge canım! Sen bilmezsin. Benim İstanbulda oturan mercimek çorbam.




Özge'yi herkesin tanımasını isterdim. Ama herkesin. Hani bazen insanlar birbirlerine; canım, tatlım, bebeğim, aşkım, hayatım, şekerim falan derler ya... İşte Özge'ye arada bu kelimeleri kullanırım ama hiç sahte olduklarını düşünmedim. Bir kez bile... Kalbimden gelip parmaklarıma giden harfler bütünü bunlar. Karşılıksız, beklentisiz arkadaşlığımız hımm! kaç yıl oldu unuttum! Cidden unuttum. Mesela, ondan burda asla bahsetmem, arkadaşlarım kim olduğundan habersizdir, sevgililerim keza öyle... O benimdir sadece... Derdimi sıkılmadan, bıkmadan, kızmadan, beni terketmeden dinleyen tek kişi Özge. Bana tahammülün ne kadar zor olduğunun bilincinde olduğumdan Özge benim için özel. Janis diyordum, Joplin diyordum, Özge diyorudum... Başına buyrukluk, umursamamazlık, normların dışında yaşamak, aşka bakış açısı, tutkusu, içki içişi, yaşadığı aşk, dengesi, düzeni, gelecek planı, geçmiş zamanı, kaderi, adımları, cesareti, özgüveni, insanları idare edişi, asla kırmaması, kırıldığını belli etmemesi, üzmemesi... Tüm bunlar beni ona öyle çok bağlamış ki; iki ay görüşmesek sanki bir saat önce ayrılmışız tribiyle başlarız yeniden yeniden yeniden.


" Gece, Melek ve Bizim çocuklar "


Özge'nin resimlerini buraya koymayacağım. Onu bilin, tanıyın istemiyorum şimdide napıyım yani.... Ama Janis var özge'yi görmek istiyorsanız ona bakabilirsiniz. İçindeki asiliği, tutkuyu, bıkkınlığı, sevinci göreceksiniz.


Bu yazıyı dünyada karşılıklı içip, sarhoş olmayı en çok istediğim kişiye ithaf ediyorum.

18 Eylül 2007 Salı

Sağ Gözüm Hala Kapalı

Son üç gündür aile boyu mide ağrısından kıvranmaktayız. 3 koca gün. Doktorluk olduk en sonunda. Neden olduğu konusunda bir fikrimiz yok. Midedeki bu yanma hissi beni öldürecek. Bir kere günlük yaşamı kesinlikle engelleyen bir rahatsızlık bu. Talcid hakgetire. Süt, ayran, çorba, kahve, kola, soda, su, nescuiq, ıhlamur, rezene... Hepsini sömürdüm ama yine de geçmemekte... Sonum ne olacak bilmiyorum. Daha doğrusu sonumuz ne olacak onu bilmiyoruz.


Eğer ki hala mevcut imânımla bir ateisti öldürsem, onun cehenneme gidişini izlemek bana nasıl bir zevk verir? Bunu merak ettim sabah 0725 itibari ile. "İyinin ve kötünün Sırat köprüsündeki düellosu" adıyla yeni dönem dizilerini dahi sollayabilir diye düşünüyorum. En azından Selena'nın bir gerisinde reyting alabilir.


Dün cici Elif'le kalan imânımı da hiçe sayarak öğleden sonra sigara tüttürürken kadınlar ve topuklu ayakkabıları hakkında konuştuk. 150m yol yürüyemediğim için giymeyi reddettiğimi itiraf ettim ona... Ayrıca, ayaklarımda olan tanımsız bozukluk sebebi ile -kabıvurulması yaşamaktayım. Sabah kalktığımda dolabın kapağını Harry Potter'ın oda arkadaşıymışçasına, bir sihirle karşılaşacakmışım gibi açtım ve o siyah topuklu ayakkabılarımı aldım. Giydim. Çok güzel oldum. Şu an iki ayağımda toplam 5 + 4 = 9 adet yarabandı mevcut olmakla birlikte 0 ayak burkulması yaşayarak oturdum işyeri masama... Bu bir zaferdir.


Annem sabahın 0630'nda ardımdan ılıksütle koşmaya başladı. Zorla içirdi. Aslında önce yatağımın yanına geldi oturdu. Kafamı kaldırdım. Sağ gözümün kapakları yapışmıştı. Açmaya çalıştım hayır! açılmadı.. Sütü biraz içtim. Annem "hadi kızım aç artık gözünü" cümlesini ikinci tekrar edişinde ve üst dudağım ılıksüt olmuşken hala sağ gözüm kilitliydi. Suyla açmayı başardık. Nazar var kesin nazar...


Böyle diye diye annem 1 ay sonra olacak doğumgünü hediyemi şimdiden aldı. Dayanamaz bilirim aldığı gibi verir -ki kızanı sevinsin. Beyaz altından bir adet işlemeli, taşlı, pırlantalı, elmas işli, koyu renk kısımları zümrüd olan bir adet gerdanlık dermişimmmmm... Tabii ki hayır! Sadece işlemeli bir adet nazar boncuğu kolye almış... Haftasonu da baba kız çıktığımız alışverişte babam bana cam üzerine işli turuncu bir nazarlık almıştı... Anne-baba yarışına bak...Tamam tamam ikinizi de sevmekteyim. Ehha..

Kendini beğenmiş kadınların yolda yürürken birden kaynar su bulunan bir kuyuya düşmelerini temenni ediyorum şahsen ben. Istakoz misali... 8 gözlü canavar dev süzgecinin daldırdığında ziyafet çeksin istiyorum. Onun da beslenmeye ihtiyacı var.


Ve evet deliriyorum.

Edit edit, söylemeyi unuttum. İki gündür Keremcem'i görüyorum. Ölmek yada ölmemek işte bütün mesele bu...

An itibari ile Özlem bana Nazar Duası göndermiş....

اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ وَوَصَّيْنَا الْإِنسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْنً وَوَصَّيْنَا الْإِنسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْناً وَإِن جَاهَدَاكَ لِتُشْرِكَ
بِي مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُو

Aha da bu... Amin! Özlem. Her halde iyi bir şeyler söylüyordur.

15 Eylül 2007 Cumartesi

Bıçak Sırtı

Bugün Youtube'ta dolaşırken televizyonda reklamını gördüğüm Bıçak Sırtı isimli diziye takıldım. İlk bölümüydü ve ben izlemeye devam ettikçe ortaya güzel bir iş konulduğu fikrine ulaştım. Başrollerin bu kadar sağlam olmasıydı belki de beni etkileyen. Mehmet günsür [ilk başta yazmakta direttim], Fikret Kuşkan, Erkan Can, Nejat İşler, Melisa Sözen ve Vildan Atasever çok iyi iş çıkartmışlar. Tebrik ederim.

Ben diziden her nekadar "balık sırtı" diye bahsetsem de mutlaka izleyin. Pişman olmayacaksınız ..Ehehe.. Reklamları izlediniz. Yine bekleriz [:P]

14 Eylül 2007 Cuma

Çöp-Şiş ve Şirince

İki yazdır her tatil dönüşümüzde uğramadan geçmediğimiz Selçuk'un Şirince köyüne vardığımızda Efes'in sıcaklığı hala sırtımızdaydı. Köyün serin sokaklarında bir tur atarak Eski Sinema şarap evine vardık. 6 şişe şarap, 4 adet sabun ve bolca zeytinyağı aldıktan sonra mekanın tam karşısındaki restauranta oturduk. Geleni geçeni izlemek ve tabiki çöp-şiş yemek için. Porsiyonları küçük olsa dahi Şirince ekmeği [ekmeğin adı fırınlarda bu şekilde satılmaktaymış] ile zeytinyağına bana bana yemek ayrı bir keyif. [Ben zeytinyağı sevmeyen biriyim ayrıca, iştah bir açılmış o anda kendimi kaybettim]

Bilenler bilir, ben yemek yapmayı bilmem, yemek tarifinden anlamam, aklımdakini tabakta sunamam... Bu yüzden de gittiğim yerde yediklerimi de tam anlamıyla anlatamam. Tıkanıp kalırım. Yani yediğim zeytinyağı aynı evinizde olan zeytinyağından farksız. Yediğim çöpşişte evde mangalda çok rahat yapılıp, yenilebilir... Anlatamadığım için fotoğraf çekmeyi daha mantıklı buluyorum sevgili okuyucu. Al sana fotoğraf. Anladığını bana anlatabilirsin herhalde...



Acıktınız değil mi?

Bunlar da Güzel Şirince fotoğrafları...









Bana kalırsa 15 gün boyunca, sanki devamlı bu küçük köyde yaşıyormuşçasına kalınmalı burada... Sabahları sağlıklı bir kahvaltı yapılarak güne başlanmalı. Keşfe çıkmalı yürünerek yangına yenik düşmemiş ağaçlıklar... Gece serinde sıcak şarap içilmeli... Belki yaşantımızın bir 15 gününü burada geçirmeliyiz. Yada ben geçirmeliyim sizleri bilemiyeceğim.

Facebook = Puzzle

Kuzen Duygu beni Facebook isminde bir siteye davet ettiğinde üye oldum ve siteyi çözemedim. Ciddi karman çorman, garip bir yer gibi geldi.. Hala da geliyor. Bir tür arkadaşlık sitesi diye düşündüm ve siteye uğramadım. İtiraf ediyorum. can sıkıntısı mıdır nedir bilmem üç gündür kurcalıyorum. Meğerse benim internet alemindeki tüm akadaşlarım ordaymış. Öleşaşırdım yaniii... Yine can sıkıntısında puzzle sayfasını keşfeyazmamla gözlerimin kan çanağına bürünmesi aynı zamana denk gelir nedense (!) Zamanla yarışan bir iki aklını kaybetmiş haricinde çok güzel bir bölüm bu puzzle zımbırtısı... İnsan sıyırıyor yavaştan... Bendeniz yavaş yavaş sakin sakin parçaları birleştirip resmi tamamladığımda sen de25 ben diyim 45 dakika falan sürüyor tabii... Skorlara baktığımda [-ki bunu sonradan farkettim] adam 1:50 dakika gibi bir sürede çözmüş. Anlayamadım nasıl çözülüyor bu kadar vakitte fakat hiçbir şey yapmasanız dahi mutlaka üye olun ve puzzle yapın... Çok eğlenceli bir meret...

13 Eylül 2007 Perşembe

Sen Olsaydın!..

Tur rehberinin sesiyle gözlerimi açtığımda gitmek istediğimiz yere varmıştık. Her tarafta otobüsler yolcularını indirmeye başlamıştı bile. Gözlerimi gökyüzüne çevirdiğimde beyaz bulutlar ve aralarında mavilikler muhteşem şekiller oluşturmuşlardı. Paris demek burasıydı... İçimde öyle bir sevinç balonu oluştu ki patlarsa kahkahayı basabilirdim bu kalabalıkta. Rahattım.. Cokuluydum... En güzeli Fransızdım... Musée du Louvre karşımdaydı işte... Evim gibi.. Büyü gibi...

Yürümeye başladık. Burada olmak, yaşamak çok güzeldi... Herşeyi unutmuş gibiydim... Bir an beynimi zorladım ve evet! Beyaz pamuktan bir kütle vardı geçmişin yerinde... Yaşasındı!

Bir sürü minik araba geçiyordu yanımızdan... Rehber susmuş hiçbir şey anlatmıyordu... Gözleri "İşte Louvre orada... Bakın, tadını çıkartın..." der gibiydi... Tatlıydı evet!... Fransa'nın havası bile şekerliydi... Güneşi yakmayan cinsten...Nemi yok... Bir an grubumdan ayrılarak ters yöne gitmeye karar verdim. Onlara elveda dedim içimden... Bir daha dönmeyecektim doğduğum yere...

Coşkumdan koşar adım ilerlerken kendimi Seine Nehri'nin kenarında ilerlerken buldum. Devasa, muhteşem binaları izledim. Ait olmak! Buydu benim aitliğim... Oturup izlemek... Sahiplenmek... Tüm binalar benimdi... Nehir benim... Chateau Versailles benimdi... Sadece benim... Bu ülkedeki tüm bohem tablolar, tüm romantik kanepeler, mobilyalar, tüm ortaçağ şatoları, şömineleri benimdi... İşte Seine Nehri'nin kenarında ben ...otururken bunun keyfini sürdüm...

Birden aklıma Notre-Dame Katedrali geldi... Şükretmem gereken biri vardı... Küçük bir taksiye atladım... "Notre-Dame cathédrale, s'il vous plaît "... Taksici yüzüme kuşkuyla baktığında ben de dikiz aynasından kendime baktım... Her şey komikti... Paris'te kaybolmak dünyanın en eğlenceli luneparkında olmaktan daha keyifliydi inanki... Taksiden indim ve renklerin ne kadar pastel olduğunu gördüm. Aynı filmlerde gördüğümüz gibi... Eskitilmiş görüntü.. Böyle olmalıydı tabiki burası bir Katedraldi... 2007'nin pis parlaklığı olmamalıydı taşlarında...

Bu şahane mekanda geriye asla ama asla dönmeyeceğime, daha önce canını yaktıklarımı ve canımı yakmışları asla görmeyeceğime, duymayacağıma yemin ettim...

Karnım acıktı evet.... Herşey eskiye mi dönmüştü ne? Guruldayan bir mide için çok şey feda edebilirdim daha önce... Ama artık buna gerek yok... Keyifle yürürken bu güzel an için en özel yeri seçmem gerekiyordu... Ve Le Procope bunun için en iyi yerdi kanımca. Beni kapıda karşıladıklarına inanbiliyor musunuz? Hahaha :D Bu dünyamın en güzel günü olmalıydı... Kibar garson en tanınmış köşesi olan Voltaire'in masasına buyur etti beni... "Bonjour madame" ... Demiştim dünyanın en güzel günü diye... Yemeğimi şehri gören terasında, tüm kibarlığımla yerken ben, gece opera izlemek istediğime karar verdim. Ne de olsa tüm operalar benimdi. .. Sadece benim...

Herşeyi geride bıraktığım gün bugün... Fransa'ya taşındığım... Daha da çocuklaştığım... Şımardığım... Ben her nekadar servisimle iş yerine gelerek, kendimi tanıttığım kartımı okuttuysam da şu dakika... Emin olun ki aklım hala yediğim hayali robespierrede. Gerisinin, gerçek yada hayal benim için hiç bir önemi yok...

Hayal kurmak bazen kişiye verilmiş en büyük armağan gibi hissettiriyor belleğini.

12 Eylül 2007 Çarşamba

Kahvaltı Vakti

"Uykusuz" dergisinin ikinci haftası ve ben bu sabah kalkıp koşa koşa ona sahip olmak için gazeteciye gittim. Aradım taradım yok dergi. Sordum, "geldi" dedi bayi. Aradı... Tee en arkalardan çıkarttı dergiyi... En arkadan [Komplo var kesin]... Dedim ki en çingene halimle; "kardeşim, bu dergi daha yeni çıkan bir dergi. Lütfen ön sıraya koyar mısınız, tanıtıma ve görülmeye ihtiyacı var." Sanki babamın dergisi[Oha!]. Hayret bir şey. Ben sayfaları karıştırırken bu hafta açılışı Engin Günaydın'ın "Kahvaltı Vakti" köşesiyle yapmaya karar verdim. Geçen haftanın rahat yazılmış yazısı yine antidepresif halde karşımda duruyordu. İki kez okudum yazısını. Öyle tatlı bir tembellikle ve olağan yazıyor ki; kendimi buldum orada [Yuh!]... Belki de ben oyumdur ne biliyim.. Bu halim de belki sırf Engin yüzündendir. Ehahah...
Diyor ki usta;

"Bir yol var, upuzun akan...yürümek iyi gelir...yürüyorum..ben nereye gideceğimi bazen bilemem...o anda aklıma hep şu gelir, keşke çiğdem olsaydı...ben İzmirliyim...çekirdeğe çiğdem, derim.bide aklım karışıktır..izmirli değilm aslında..dedim ya aklım karışıktır benim..karışmak isterim ben hayata.. Üç kelimeyi insan yanyana getirirken neden korkar?..halbuki topu topu üç kelime..üçlemelerim vardır benim..sinemayı çok severim..ağır abi gibiyimdir sinemada..öyle ağır hikayeler yazarım ki, milletin dudağı uçuklar...sinemacılar geldi aklıma..ne kadar da güzel çalışıyorlar....onu oraya koyuyorlar sonra onu buraya koyuyorlar...sinemacılardan nefret ediyorum...sinema makinesi vardı bizim...Hurdacıya satmak istedik...adam, yok, dedi...ben bunu, dedi, nereye koyuyum, dedi...taşıyamam, dedi...halbuki biz orda sinemanın çöküşüne üzülüyorduk...uyumuşum...


Sabah 08:46
Kalbim kırık uyandım...böyle zamanlarda şöyle düşünürüm, madem kalbim kırık,dondurma yiyim, derim...dondurma yiyirum...laz olurum bazen..lazca konuşurum...bakkalla çakkala Haçan, derim..beyaz peynur var midur? derim..kovar beni bakkal, ama ben hiç bozulmam..bazen bozulmam ben...kendime derim ki, Haçan,sen hiç bozulma...dedim ya, bazen laz olurum...zaman durdu yine...böyle zamanlarda uyurum..


Sabah 11:00
Uyandım...esnedim..kedi hareketleri yaparım ben sabahları..iyi gelir..onların ki kebap..yaşantıyı iyi bilirler..onlara bakarım..tırmık yerim..kediler iyidir aslında, bakmayın siz..misal kediyi beşinci kattan aşağı atın, hemen ölürler..ilginç değil mi? uzun süredir televizyon açmıyorum...sevmiyorum televizyonu..eski bir televizyon bendeki..belki değiştirirsem severim..sevdiğim şeylerle bağlantı kurmayı çok severim...ITT markasını hatırladınız mı?..İşte o televizyon var bende..37 ekran..sonra o marka satıldı...yanlış hatırlamıyorsam, şeye satıldı...bıyıklı bir adam vardı ya, ona...o da markayı aldıktan sonra havaya girdi ve işi batırdı..havaya girmek ne kadar güzel bi duygudur..severim havaya girmeyi..dediğim dedik çaldığım düdük, dersiniz...bir şey dediklerinde, hadi canım! benim dediğim doğru, dersiniz..çok güzel bir duygudur aslında bide çok güzel kadınlar, çok güzel havaya girmiş insanları çok severler...hemencecik de aşık olurlar...büyük saadettir bu...sevgilim bu ne?..sevgilim şunu gördün mü?..siz de dudağınızı büzerek anlatırsınız..yavrucuğum şu şudur bu budur, diye...sonra işleriniz batar...sevgiliniz de sizi hiç sevmez...


İleriki zaman
Size bişey sorucam...martılar iki türlü mü işer?..bir işemek, ikincisi kaka...hadi kakayı biliyoruz...balkonda yine düşünürken,dalmışken, önemli düşüncelerle temas kuracakken, martı işedi üzerime..suluydu..kıvamı sert değildi...şaşırdım..herşeyi bilen adam olarak şaşırdım...çünkü bu bilgiyi bilmiyordum..hemen araştırmaya giriştim...internet, ansiklopedi, nevyork Kütüphanesi, milli piyango...Yok! yok! [Burda yarıldım ben abi]..bilgiye ulaşamadığım zaman, bildiğiniz çıldırırım...bağırmak, çağırmak gelir içimden...bildiğiniz bilgi hastasıyım...uyumuşum...
Ayrılıklar beni çok üzer...sevgilimle buluştum..uzun süredir söylemeye çalıştığım bi mevzuyu açmak istedim...açtım da..dedim ki, ben artık eşyalarımı topluyorum, gitmeye karar verdim, üzülmeni istemem...bak böyle böyle, derim..o da bana, deli mi ne, der...ne dediğini anlamadım, der...biz beraber miyiz der.. der de der..ben bazen ilişki yaşadığım kadınlara ilişkimi söylemem.. kendi başıma yaşarım..sonra da basarım tekmeyi..böyle yaşamayı severim..


Akan zamanı bölmeyi çok severim...arasıra girerim, genişlettikçe genişletirim..bilirim ki burada bilgi var...hem de yeni...daha önce görmediğim duygularla karşılaşırım...işe yaradığını düşünürüm...tek bi bilgimi yani öğrendiğim, tekrar ettiğim?...yoksa kapalı yerdeki bilgi mi?..yaşadığım beynim, benim beynimse, neden hepsine ulaşamıyorum...bilim adamlarının anlattığı, harika beynim nerde?..ileri geri...ileri geri...ileri geri..bigün bulacağım...ileri geri...ileri geri.."


İşte aynen böyle demiş Engin abim. Haklı değil mi? İnan ki haklı... Belki de bugünkü ruh halimi en güzel anlatan adamı ayakta alkışlıyorum.

Saygılar, hürmetler...

Her Yer Baloncuk

Küçüktüm ben... Annem beni köye götürürdü yazları... Canım sıkılırdı... Sıkıntıyı atmam için de bir adet çay bardağı içine biraz su ve biraz da bulaşık deterjanı koyardı. Köpürürdü bu iksir.. Bir de elime tahta bir mendal verdimmiydi... Ehaha... Değmeyin keyfime... Bir sürü baloncuk... Güneşin renkten renge soktuğu balonlar... "Pıt" diye patlarlar....


Fotoğrafı buradan aldım

11 Eylül 2007 Salı

Su Hayattır, Azalmasına İzin Vermeyelim

Hürriyet Gazetesi Kelebek Ekinde gördüğüm bu haberi sizlerle paylaşmak istedim. Çünkü güzel bir konuya değinmişler...Susuzluk...Verilen mesaj da şahane..Her neyse... Okumak için linke tıklamanız yeterli olacaktır.
Asıl dikkatinizi çekmek istediğim nokta; şu güzel fotoğraflardır. Bana göre su altında bu tarz çekilmiş fotoğraflar inanılmaz estetik olmakta. Bence muhteşem. Ben de istiyorum böyle fotoğraf çekmek ve çektirmek. Tekniği ile ilgili bilgisi olan var mı acaba?

Çalışınca Olmuyor-muş

Pazartesi günü Değirmendere'den İzmit'e dönüşümde pek sevgili belediyemiz Hastane yolu durağı üzerindeki üstgeçidinin yarısını yıktığından minibüsten bir önceki durak olan Real'de inmeye karar verdim. Amacım biraz alışveriş yapıp öyle evime gitmekti. Ben üst geçide yaklaşmaya başladığımda bir hareketlilik gördüm geçitte. Vinç, kamyonlar, işçiler vs... Evet! Belediyemiz üst geçidi yıkıyordu. Bununla ilgili ne "çalışma yapılmakta" tabelası ne de "dikkat" tabelası vadı çevrede. Konu yoldan [E-5 diyoruz biz buna] karşıya geçmek için bir adet yan yol, bir adet demiryolu, iki adet de anayol geçmek gereklidir. Yolları birbirinden ayıran bariyerler ise insanı felakete sürükleyecek cinsten betondur.


Kendime bir karşıya geçiş planı yaptktan sonra ilk önce demiryolundan geçtim. Yanımda da lazdan bir teyzeyle beraber. Konuşmasından pek bir şey anlamadım fakat bana poz vermekten de geri durmadı asla :)

Tren durağından yola inebilmemiz için dâhi belediyemiz bir adet sallanan tahta merdiven inşa etmiş. Bu merdivenleri düşmeden inmeyi başarırsanız size bir de delik açmışlar demir parmaklıklardan. Ama önce merdiveni başarıyla inerek tüm puanları jüriden toplamanız gerekiyor. Dikkat yani!


Diyelim ki; demir parmaklıklardan da geçmeyi başardınız ve alkışı hakettiğini düşündünüz fakat hiç ses yok etraftan. Tabi olmaz. Çünkü daha vinç ile kamyonun arasından geçerek anayol kenarına ulaşmanız gerekmekte. "Nasıl olur?" demeyin. Önemli olan şey; vincin üstgeçit trabzanlarını sökerek kamyona doldurması sırasında parmaklıkların sizin kafanıza düşmemesini sağlamaktır. Bu nasıl bir rezilliktir? Ne bir iş güvenliği ne çevredeki insanların can güvenliği, hiçbir şey yok. Tamam geçtiniz mi bu etabıda? Nihayet sizin gibi yarışın bu bölümünü tamamlamış grup arkadaşlarınızın yanına ulaşabildiniz. Tebrikler! Şimdi ikinci bölüme yani "karşıya geçemeyen ölsün" oyununa geldik. Önce karşı kıyıdan gelen rakiplerimizi izledik. "Çalışınca oluyor" destekçisi hanımteyzeler güne gitmekteler ve eh günsahibiev karşı kıyıda olunca birden uzun atlama becerilerini sergiliyorlar. Dikat edin bana poz veren laz teyze kanguru gibi sekerek yolu yarılamış ve dönüp bana poz vermiştir. Canım yahu!




Demem o ki; aynı zaman diliminde, arasında 200 m bulunan 3 adet üstgeçidi hangi engin bilgiye sahip belediye çalışanı düşünmüştür? Düşündüğünü hangi aklı selim belediye başkanı onaylamıştır? Yap emrini alan müteahhit firma neden " yahu kardeşim şimdi biz bu üstgeçitleri aynı anda yapmaya çalışıyoruz, fakat bu insanlar nasıl karşıya geçecekler? Dur biz bir trafik polisi dikelim buraya. Yayalara geçiş izni versin bari başımız belaya girmesin" dememiştir? Sizin hiç aklınız yok mu? "Çalışınca oluyor" yazmak çok basit, al ben de yazdım. Fakat yaptığın şeyi neden layığıyla yapmıyorsun?

Acaba ben karşıya geçebildim mi? Merak ediyorsunuz değil mi? Geçtim. İlk gelen nereye gittiğini bilmediğim sarı bir minibüsü durdurdum. "Beni bir sonraki üstgeçitte indirir misiniz?" dedim. Para da vermedim. Diğer geçitte indim ve geriye doğru yürüdüm. Şimdi düşünüyorum da oylarınızı verdiğiniz şu belediye, kolları sıvamış bilmemkaçyüzbininci kez yolları yaparken, bir şey yapıyormuş gibi gözükmeye çalışırken, önce değeri insana vermesi gerekirken, bir acele, dikkatsizlikle iş yapmakta? Halkın hayatının hiç değeri yok mu? Yapma kardeşim yollarımızı. Çimen ekme, Hollanda lalesi getirtme, suyu boşa harcayıp devamlı sulatma yapay çimleri. İstemiyoruz. Biz güvenli yaşamak istiyoruz. Hepsi bu. söyleyeceklerim bu kadar Hakime Hanım!

Gereğini için arz ederim!


10 Eylül 2007 Pazartesi

Les Serment Des Limbes

"Ne mutlu acı çekenlere: Göklerin krallığı onlara ait"

Gün içerisinde, kendi kendime verdiğim yeminimi bozarken ben aynanın karşısında...
Sallana sallana dolanıp büyük bir alışveriş merkezinde, hamburger yerken ben...
Gördüm beklediğim kitabı...

Şeytan Yemini...

Kıydım 25 YTL'me... Benim oldu... Grange'in önceki diğer tüm kitapları onu görünce sevindiler... İlk sayfalarından da anladığım üzere aynı üslubla yazılmış, heyecanlı ve bol soru işaretleri barındıran, Kızıl Nehirler, Leyleklerin Uçuşu, Kirli Kan gibi yine kıpkırmızı bir kapağa sahip Ağustos 2007 doğumlu kitabı.


www.kitapyurdu.com'dan satın al www.kitapyurdu.com'dan satın al www.kitapyurdu.com'dan satın al www.kitapyurdu.com'dan satın al www.kitapyurdu.com'dan satın al


Bana göre Jean-Christophe Grangé Okunmadan ölünmemesi gereken bir yazardır. Ayrıca karmaşık beyinlere pek bir iyi gelmektedir.