23 Aralık 2011 Cuma

Kapak Kızı


*Spoiler


Son zamanlarda harıl harıl Ayfer Tunç 'un romanlarını okuyarak büyüleniyorum. İlk okuduğum Bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi kitabını okuduktan sonra abartısız 1.5 haftadır burada nasıl anlatacağımı düşünüyorum. Öyle muhteşem bir roman yani, bu süre içerisinde de Kapak Kızı Şebnem'i okumaya başladım. Boş duranı Allah sevmezmiş ya hani =)

Bir trenin lokantasıyla başlıyor kitap. Garson turuncu saçlı İzzet, Aşçı Mustafa, Bünyamin ile açılışı yapıyoruz. Erkekler arasında geçen muhabbetleri, kadınlar(ı) hakkında düşündükleri, kenar muhit maço erkeklerinin ikili yaşamlarının yer yer sığ düşüncelerinin, sevdim mi tam severimciliklerini okuyup hiç şaşırmıyoruz. Her ay çıkan erkek dergilerinin fotoğraflarına bakarak yorum yapmaları falan... Herşey olağan, şaşırtmayan cinsten. Fakat Bünyamin için bu böyle değil. Bekarlığında bir dergide gördüğü Şebnem, diğer kadınlardan ayrı tutacağı kadar değerli şeyler hissettiriyor kendisine. Cennet'te zamanla bulamadığı şevkati Şebnem'in dergi kapaklarındaki resimlerine bakarken buluyor. Cennet 'le evlenmelerini, Anahit ve Garo'nun hikayesi ile içiçe geçmiş yaşamlarını, mutsuzluklarını hayatın küçük insanlara olan kötü süprizlerine tanık oluyoruz.

Banka müffettişi Ersin için Şebnem ilk aşk, ilk öpücük. Şebnem'i ilk gördüğü anladan beri seviyor. Kuzeni olması onun için bir anlam ifade etmiyor. Ersin Şebnem'e aşık. Ailesinin Şebnem ve annesi Hülya'yı sevmiyor oluşunun bir önemi yok. Hatta Şebnem'in ülkeye yayılmış çıplak resimlerinin de. Onu öfkelendiriyor Şebnem, Ersin senelerdir görmediği Şebnem'i resimlerinden kıskanıyor, özlüyor, seviyor. İşinden nefret ettikçe daha da aklına getiriyor Şebnem'i.

Selda ulusal bir radyo kanalında yaptığı ve çoğu insan tarafından dinlenmeyen programını trende tanıştığı Ersin'e anlatıyor. Birlikte rakı içiyorlar. Selda'nın ailesi, annesi, teyzesi, babası, doktor abisi ve mutsuzlukları Selda'nın gözünden bize anlatılıyor. Ve tabi Şebnem de. Şebnem Selda'nın teyzesinin kızı. Ailesi tarafından sevilmeyen ve kıskanılan teyzesinin enfes güzellikte ki kızı. Selda'nın akıl erdiremediği, kıskandığı, zeki bulduğu ve neden çıplak fotoğraf çektirdiğini bir türlü anlayamadığı akrabası.


Babasının işyerinde geçirdiği kaza (kolu kopuyor adamın) sonrası tüm hayatı değişen Şebnem ve annesi, Şebnem annesi ve akrabaları... Kitabın aslında genelini oluşturan karakterler. Ve ortak bir tek kişi kapak kızı.


Ayfer Tunç öyle bir yazar ki; yazdıklarını okuduktan sonra gözlerinizi kapattığınızda film gibi izleyebiliyoruz da anlattıklarını.
Benden söylemesi.

24 Kasım 2011 Perşembe

İlahi Hayrünissa

Şu günlerde en önemli olaylardan biri Cumhurbaşkanı'nın Kraliçeyi ziyareti kuşkusuz. Arada unutmayayım açıp bakayım diyerek kayıtlarıma geçirmeye kara verdim durumu. Bunun için 2 adet fotoğraf yetecektir bana.

Fotoğraftaki iki çift arasındaki sonsuz farkı bulunuz.



Acemi bir ev kadınının evde sarmaya çalıştığı yaprak sarmasına benzeyen bir kadın görmekteyim ben.. Fotoğrafa baktığımda bunu görüyorum. Hımm!sonrasında yaşını başını almış bir nine görüyorum.. zarif bir nine bu ama.. Saçları gibi ak pak bir elbise giymiş, yakıştırmış eldivenlerini, çantasını. Hımm! sonra iki adam görüyorum. Birisi badem bıyıklı diğeri mezara doğru hafif eğilmiş sanki.. Dük bu adam ayrıca.. Bilmem ne dükü. Bir de yaprak sarması görüyorum, gülen bir sarma.

2.Fotoğrafımızda gördüğümüzü anlatalım bir de;


Bir kadın olarak başka bir kadının bu hale koyulması beni çok rencide etti. Cumhurbaşkanının karısı olan bir kadın özellikle.. Fotoğrafa dikkat edersek ayakkabılar ayrı bir facia, etek apayrı bir facia. Ceket'in yaka kısmına değinmiyorum bile. Baştaki kimine göre türban* kimine göre bez parçası rezillik. Ak saçlı kraliçenin ve A. Gül'ün bakışları ayrı bir utanç. Daha ne denebilir ki?

Zarafet bir kadın için çok önemli olmalıdır. Kaba tabir edilesi o ayakkabılar yerine daha narin, az topuklu bir pabuç, o keçe gibi olan ceket yerine fularla kapatmaya müsait bir V yaka ceket, o akıl alamaz etek yerine daha dökümlü kişiye hareket katacak pileli bir etek giyilemez miydi? Elbette giyilirdi. Zarafet timsali olarak bu şekil bir bedene bu yakışırdı diyebiliyorum :p


*Telep üzerine türban kelimesi eklenmiştir.

22 Kasım 2011 Salı

Sosyallik makamı

-Dibine kadar dizi izliyorum artık.

Çok mu sert oldu nedir? Hani böyle yerli dizi izleyen insanları küçümseyen bir kitle var ya hani, hah onlar geldi aklıma da yazayım dedim. Neler izlemiyorum ki bu kış günlerinde. Öyle bir geçer zaman ki mi desem, Kuzey Güney mi desem, Bizim Yengekolik oldum mu desem ve diyorum işte... Bölüm kaçırmıyorum İffet desen var, Muhteşem Yüzyıl desen o da var. Hepsi bünyemde kendilerine yer açıp oturdular. Behzat Ç. Amirim başı çekerken ardından Tek Başımıza ardına yapışmış gibi gözüküyor. Sosyallik böyle bir olay işte.. Hem bunları yap hem haftada 2-3 gün bowling oyna, haftasonlarını da dahil ettik mi al sana hayat. Kısaca pijama, terlik (artık yerini ev botuna bıraktı) bowling topu, kitap, dergi...


Sözlük (#eksisozlugedokunma) ve Tweeter derken ben blogumu cidden unutuyorum.. Aslında yazılacak çok fazla kitap ve film var da işte.. Pek umurumda değil bu aralar buralar..

Kendimi dizilerimden, sözlüğümden ve tweetlerimden ayırmayı başarabilirsem size bu süre zarfında okuduğum sürüyle kitabı anlatmayı da düşünüyorum tabi.. Bugün Salı mı la? Ahaha Soner - Aylin aşkına 4 saat kalmış. Negzel.

14 Ekim 2011 Cuma

Bir yıldız çizdim adımın köşesine rampapapam rampapapam


iyiki doğmuşum ben.. 30(!) yıl önce nefes almaya başlamamın üzerinden sadece birkaç dakika geçti.. Çok heyecanlıyım, bu yıl rekor seviyede tebrik ve hediye aldım. Şaşkınım ve burukluğun emaresi yok içimde.. Çok mutluyum çok...


+ 30 mu? hjahfksjşsgşkshn<>

- 29 diyelim :P

4 Ekim 2011 Salı

Şöyle yatağıma yumulup saatlerce Türk filmi izlemek istiyorum. Müjde Ar olsun istiyorum filmlerde, Uğur Yücel, Şener Şen olsun belki biraz da Hale Soygazi serpiştirilsin içlerine. Hava hafif karanlık ve soğuk olsun da istiyorum. Telefonum kapalı aranmayayım, sadece kendim için nefes alayım istiyorum. Üstüme abanmış bu hastalık havasının en uç noktasının dahi keyfine varmak istiyorum.

13 Eylül 2011 Salı

"Gizem yatakta hüngür hüngür ağlamaya başladı."

Sabah sabah gazetelere dalmışken aşağıdaki haberi bir şekilde arşivime koymam gerektiğini düşündüm, hatta buna inandım. Haber Hürriyet internet sitesinden;

'Var mısın Yok musun'da tanışan, 'Survivor'da birbirlerine aşık olan Hakan Hatipoğlu ile Gizem Akın 25 Temmuz 2011'de evlenmişti. '2. Sayfa'ya konuk olan Hakan Hatipoğlu "Evlendiğimiz gecenin sabahında Gizem yatakta hüngür hüngür ağlamaya başladı. Korkup paniğe kapıldım. 'Kötü bir şey mi yaptım?' diye kendimi sorguladım. Gizem 'Yakında dizi çekimi için beni bırakıp Ankara'ya gideceksin. Ben bu koca evde tek başıma ne yapacağım?' diye ağlıyormuş meğerse. Karıma moral olsun diye hemen annesinin evine gittik. Kahvaltı yaptık. Kendine geldi" dedi.

Haber bu. Bildiğimiz gibi haberin erkek kahramanı Behzat Ç. dizisinde berbat oyunculuğunu sergilemekte. Anlıyoruz ki arkadaş bu sezon da dizide karşımıza çıkacak. Konu bu değil aslında. Bu iki çizgi kahramanı kim neden programına çıkartır? Ne konuşulur? Hangi kitle hedeflenir? Bunlara ne kadar para verilir? İnsanlar gündemden düşmemek için karısını, kocasını, kendisini nasıl küçük düşürür milletin önünde? Evlendiğin gecenin sabahında kadın neden ağlar? Hadi ağladı bize ne? Kötü yaptığın şey ne? Tatmin mi olmadı ne oldu? Bu kızın anası babası hiç mi rahatsızlık duymaz? Evlendiğin gecenin (hani özel bir gece ya!) sabahını gazeteciye, televizyoncuya neden anlatırsın? Beyin bedava dediler de neden alınıp nikahta takılmamış bu arkadaşlara?

Bu erkek karakterin eskiden bi nişanlısı vardı. Buradan seslenmekteyim kendisine, koç mu kesitrecek deve mi kestirecek naapçak artık verilmiş sadakası varmış vesselam. Herife bak..

5 Eylül 2011 Pazartesi

2 Eylül 2011 Cuma

Olympos'un en en en...

Nerden başlasam, nasıl anlatsam ki Olimpos'u? Öncelikle neredeyse hiç kitap okumadım. Okuyamadım desem daha doğru olur. Sanırım kafam boş kalmak istedi. Benim için bu durum Olimpos'u sevmek için iyi bir fırsattı. Bu yerleşim yerinin en çok;

1- Sabahları insanın dinç kalkıyor olması, sabah 07:45 olduğunda ayaktaydım.

2- İlk demlenen çaydan alarak bomboş çardaklardan en güzeline oturup gazeteleri getiren adamın gelişini kesmek. Saat 08:20 olduğunda ilk gazete için dükkanın kapısına dayanmak. 2 - 3 gazete aldıktan sonra kahvaltı tabağımla birlikte şahane 10 sabah yaşadım.

3- 09:30'da sahilin yolunu tuttuğumda o Likya kalıntılarının arasından, börtü böcek sesleriyle yürümek, derenin berrak sularını izlemek, çiçek açmış ağaçların gölgesinde güneşe vermek bedeni ne büyük haz anlatamam ki...

4- Bu kadar fazla balığın olduğu bir denizde yüzmenin panik havası, ayakların basmaya çekindiği taşlar, ideal sıcaklıktaki su insanın ömürüne ömür katıyor. Benim kattı mesela, kaybettiğim kocaman bir 1 yılı kattı yeniden :)

5- Öğlen geçiştirilen yemeğin ardından gazetelerim, Uykusuz'um, Leman'ım ve ben klimalı şahane ağaç odaya çekilip (her gün) saat 1800'e kadar uykuya dalmak, hem de bunu arka bahçedeki tavuk, horoz ve ördek sesleri arasında yapmak.

6- Akşam az biraz acıkmış olarak kalkıp yemek yemek için kendini zorlamak. Ama mutlaka dondurma yemek. Yemek sonrası kahve eşliğinde Bora, Ali ve Ezgi'yle sohbet etmek. Gülmek ama çok gülmek.

7- Feneri kaptığımız gibi karanlık yoldan sahile inmek. Kendi kendimizi korkutmak. Değişik vahşet senaryoları yazmak. Ayakların toz toprak olması. Saat 2200'de gelecek olan Jandarmanın yolunu gözlemek. Onlar gelene kadar beni sağlığıma kavuşturan yıldızlarla bütünleşmek. Kayan yıldızları saymak. Denizin dalgasını dinlemek. Suya taş atmak. Ve en önemlisi sessizliğin içinde kendimle konuşabilmek.

8- Kemer'deki kırık Diyarbakırlı garsonla ayaküstü muhabbet etmek, gece kulüplerinin önünde sıra bekleyen şık Rus karılarını izlemek ve devasa topuklu ayakkabılarını görüp de ne kadar aptal olduklarını düşünmek. Rüküşlüğün dibine dibine vurmak ama sktiri çekmek.Barlar sokağının pavyon kıvamında olduğunu görmek. Hatta ve hatta Nevigasyon aletinin bozularak Olimpos'a Adrasan üzerinden gitmek. Issız köylerle karşılaşmak. Tırsmak.

9- Yüzme bilmeyen bir çift karadenizli ile tekne turuna çıkmak. Bembeyaz ciltleriyle kızarmalarını izlemek. Dil bilmeyen İtalyanlarla çay içmek. Bisküviyi çaya banmak. (İlk defa bisküviyi çaya banıp yiyen insan) En çok Ankaralı Turgut'u sevdiklerini görmek. 10 kişilik şahane bir tekne turu ve ilk kez balıklardan korkmadan açık denizde yüzmek. Şahane bir ekip kurmak. Kızgın bir sırtla geriye dönmek.

10- Gece 0920'de Gölge Bar'a gidip ne dediklerini anlamadan şarkı söyleyenleri izlemek, dans etmeyi deli gibi istemek. Ramazanda bira içmek =) Her gece Eskiyeni'nin müşteri servisini geri çevirip bir gece atlayıp gitmek. Canlı müzik dinleyememek, ses sisteminin boku yemiş olması. Ama yine de eğlenebilmek.

11- Gölge'nin programından sonra Kaktüs'e gitmek. Tahta masalara oturmak, gerçek ejderha dövmeli kızla tanışmak. Adisyona ismim yerine Anka Kuşu dövmeli kız olarak geçmek.Kimsenin birbirini umursamadığı bir ortamda milletin çiftetelli oynaması. Vurmalı çalgıların en güzellerini duymak.

12- 0115'te program sonrası aynı kitlenin kokoreççiye gitmesi ve ete doymak.

13- Enerjinin bitmemesi, bitememesi. Orange Pansiyon ışıklarını kapattığı vakit saatin farkına varmak.

14- Alican ile tanışmak. Bana katlanabilmesi. Yükselenlerimizin uyuşması :pP, avukatlık hakkında bilgilenmem. Ve daha daha niceleri...

Kurban bayramında Kaş'tayız inşallah. Orasını daha çok sevecekmişim. Öyle diyor avukatım.

14 Ağustos 2011 Pazar

Burcu uzuuuun bir tatile çıkıyor.
Çok mutlu çok çok çok çookk.




ps: Bu saatten sonra güvendiğim tek kişi uçağın pilotudur.
ps2: "Düşmez kalkmaz bir Jack" diyor ve Lost adasında buluşmayı diliyorum :)

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm



28 Ekim'de gösterime girecek film şimdiden heyecanlandırıyor değil mi? Rahat olun Ekim'e ne kaldı şurada =)

Bu arada Emrah Serbes'in kitaplarını okumayanlar varsa tam zamanıdır.

5 Ağustos 2011 Cuma

Mulholland Dr.




Deniz kenarında ayağınızın ucuyla suda oluşturduğunuz halkanın içine aniden düşmek gibiydi benim için Mulholland Dr..

David Lynch'e ait 2001 yapımı filmi başyapıt olarak nitelendirebilirim. Dahice bir kurguyla, kamera çekimleriyle ve muhteşem oyuncu Naomi Watts'la anlayabilmekte zorlanacağınız bir film izleyeceksiniz. Filmi izleyenler filmden bahsetmekte zorlanacaklardır benim gibi -filmin güzelliğini tam olarak betimleyemem diye düşünerek-. Bu yüzden Betty'nin yahut Daine'nin çektiği ızdırabı, filmin aslında ne anlattığını aşağıdaki linkten öğrenebilirsiniz.

Düşünce, Sinema, Müzik, Siyaset

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Çırak



Çırak Tess Gerritsen'e ait Cerrah kitabının devamı niteliktedir.

Boston dedektifi Jane Rizzoli, Cerrahın elinden yeni kurtulmuş, kâbuslarının sona erdiğini düşünmeye başlamıştır ki, yeni ortaya çıkan bir seri katilin peşine düşmek zorunda kalır. Ancak bu yeni katilin yöntemlerinin Cerrahınkilere olan benzerliği ürkütücüdür.

Davayla ilgili herkesten daha çok şey bilen gizemli bir FBI ajanının ortaya çıkışı Rizzoli'nin işini kolaylaştırmaktan çok daha da zorlaştıracaktır. Uzun yıllardır birlikte çalıştığı ortağının yardımı olmadan tek başına savaşmak zorunda olan dedektif, korkularıyla ve kâbuslarıyla yüzleşip Cerraha ve "çırağına" meydan okumaya hazırlanmaktadır. (Arka kapak)

Cerrah'ın çırağı evli çiftleri hedef alarak evlerine girer. Kurbanlarını uyurken yakalar, önce elektrik şoku vererek erkeği etkisiz hale getiren cani kadına tecavüz eder ve bunu kadının eşine izletir. Sonrasında boyundan bir kesikle işi bitirir. (en çok sevdiğim bölümler bunlar) Sonrasında aynı Usta Cerrah gibi geceliği katlar ve komidin üzerine imzasını atar. Kadınları canlı bırakan katil onları bir süre daha ölü ölü kullandıktan sonra kendi belirlediği ağaçlık bir mekana bırakır.

Yazar bu kitabında detaylara boğulmayarak olayları anlatmış bize, beni de memnun etmiştir.

26 Temmuz 2011 Salı

Günahkar




Geldik bir Tess Gerritsen kitabına daha.

Hindistan'nın bir köyüne doğru yol alan bir adam, tek bir canlıya rastlanmayan evler ve yüzü olmayan bir kadınla başlayan kitap; bir kilisede işlenen cinayetlerle devam eder. 20'li yaşlarındaki rahibe ve yaşlı bir diğer rahibenin kafalarının ezilerek ölmesi Rizzoli ve Dr. Isles'i harekete geçirir. Manastırda aramalar yapılır ve havuzda ölü bir bebekle karşılaşılır. Gerilimsiz, bir CSI bölümü izletiyor yazar bize. Sonra işler çok daha garip bir hal almaya başlar.

Bir mekanda ayakları elleri ve yüz derisi alınmış başka bir ceset bulunur ve bu cesedin diğer iki cinayetle bağlantısı sorgulanır. Okurken sıkıldığımı belirtmek isterim. Ayrıntılar ve dedektiflerin özel hayatları çok sık anlatılmış bu kitapta. Ve adının neden Günahkar olduğu konusunda herhangi bir düşüncem yok.

Kitap kapağı da içler acısı zaten

22 Temmuz 2011 Cuma

Gece Nöbeti



Muhteşem insan Tess Gerritsen'nın son kitabı Gece Nöbeti okurun beğenisine sunuldu. Beğendik mi peki?

Bir hastanenin gece nöbetçisi Dr. Toby Harper, her zamanki nöbetlerinden birindedir. Kapıdan giren polisler çıplak ve yaşlı bir adam getirirler. Kendinde olmayan adam titreme nöbetleri geçirir. Hiçbir şey hatırlayan adamın eşgalinin belirlenmesi sonrasında avinin özel bir mülk içerisinde bir bakım evi olduğu anlaşılır. Zenginlerin oluşturduğu bir büyük alan içerisindeki evlerde kalan 70 yaş üstü yaşlılar aslında tek bir amaç için oradadırlar. 3 araştırmacı doktorun hücre yenileyici, yaşlanmayı durdurucu gençlik iksiri deneylerini yaptıkları bu oluşum Toby Harper'ın nöbetçi olduğu hastaneye gelen yaşlı adama kadar bilinmeyen bir durumdur.

Molly 16 yaşında bir fahişedir. Bir iş için gittiği bir depoda son gördüğü görüntü ameliyat önlüğü ve maskesi takmış bir adamdır. Hamile olduğunu anladığında ise aradan çok kısa bir zaman geçmiştir. Ve rahmindeki bebek gerçekten bir insan mıdır?

Acaba Molly'nin hamileliği ile yaşlı insanların nasıl bir ilgileri var? Dr. Harper olayın iç yüzünü öğrenebilecek mi? Yoksa Toby Harper'da diğer tanıklar gibi öldürülecek midir?

Yazarın önceki kitaplarına nazaran ağır işleyen bir temposu var. Sanki konuya girememe gibi bir durum sezdim ben. Çoğu yerinde yalancı bir heyecan oluşuyor kitabın fakat yine de bir Ruh Kolleksiyoncusu değil,
Cerrah hele hiç değil. Martı Yayınevi'ne de bir şeyler demem lazım çünkü çok başarısız bir kitap kapağı. Gereksiz bir ciltli kitap basımı ve sayfa kalitesinden hiç haz etmedim. Tess'in kitaplarını Doğan Kitap bassın derim ben.

Arı Kovanına Çomak Sokan Kız



Rahmetli Stieg Larsson'nın Millenium serisinin 3. kitabı "Arı Kovanına Çomak Sokan Kız" diğer iki kitabının aksine biraz daha karmaşık geldi bana. Kitapları okumuş olanlar zaten Lisbeth Salander, Mikael, Erika, Zala ve diğer karakterleri tanımaktaydılar. Fakat bu kitapta İsveç gizli servislerinin, hükümet içerisindeki yapılanmanın, Rus ajan Zala'nın akıbetinin üstünde durulması kitaba farklı bir tat vermiş. 1. ve 2. kitapta Lisbeth'in hayatı kurcalanmışken bu kitapta baş rolü Erika ve Mikael alarak beni şaşırtmıştır. 2. Kitabın sonunda Lisbeth Salander'ın üvey kardeşi tarafından vurularak gömülmesi ve gömüldüğü yerden çıkarak (evet saçma geliyor fakat bunu başardı) babasının kafasına ve bacağına baltayı saplamasının ardından (Lisbeth Salander benim nefret ve öfke idolümdür ayrıca) gözlerini hastanede açar. Tutuklanacaktır. Kalle Hergele Mikael ise onu aklamak için şahane bir kurguyla hareket ederek mutlu sona ulaşır.

Kitapta gereksiz yerlerde vardır elbet. Mesela Erika'nın sapık okul arkadaşının tacizleri, Mikael ile polis bayanın (adı neydi?) ilişkileri bana gereksiz geldi. Tamam Mikael çekici bir erkek olabilir fakat kitapta adı geçen tüm kadınlarla birlikte olması kesinlikle gereksizdir. Diğer yandan 800 sayfayı 3 günde okutacak kadar da sürükleyici bir anlatıma sahipmiş yazar. Okur, Salander'a yapılanların öcünün alınması için yanıp tutuşuyor yer yer (ben alev aldım mesela).

Kitap okumayı sevmeyenler (ben de haz etmem kendilerinden) Ejderha Dövmeli Kız, Ateşle Oynayan Kız filmi gibi Arı Kovanına Çomak Sokan Kız'ı da beyaz perdeden izleyebilirler. Ama kitabı okuyanlar kadar detayları göremezler ;)

12 Temmuz 2011 Salı

Cerrah


Kitapçıya gidip tüm Tess Gerritsen kitaplarını toplayıp kucağıma kasaya gittiğimde kasiyer psikopat olduğumu düşünmüş olabilir. Onu anlayabiliyorum.

Meraktan ölür gibi okumaya başladığım Cerrah beni hayal kırıklığına uğratmayı bırakın soluğumu kesen bir kitap oldu. Çekik gözlü yazar Tess'in yazmak için mesleğini bırakması ise takdirimi kazanmıştır. -Ne demekse artık?

Polisiye/Gerilim türündeki kitap bir seri cinayet öyküsü. Canlı canlı kesilen kadınlardan sökülen rahimlerin bir zevk aracı haline getiren katil(ler)sonunda tatmin olmuş halde hala canlı olan kadının boğazını kesmesiyle bu kabusa son vermektedir. Kurbanlarını daha evvel tecavüze uğramış kadınlardan seçen katilin sapkınlığının nedeni bu kirlenmiş kadınları temizlediği inancıdır. Doktor Cordell de işte böyle bir mağdurdur. 2 yıl önce tecavüze uğradıktan sonra rahim çıkartma olayı öncesinde suçluyu öldürmüştür. Fakat 2 yılın sonunda aynı olayların aynı biçimde yaşanmasıyla katilin ya kopya cinayetler işlediği yahut katilin ölmediği yahut yahut katillerin iki kişi olduğu düşüncesi pekişir. Boston emniyeti dedektifleri işte bu katilleri bulmak için kolları sıvar.

Bu kitaplar sayesinde sanırım harika bir yaz tatili bizi bekliyor.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Sırça Köşk



Sabahattin Ali denilince aklımıza ilk Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan veya Kuyucaklı Yusuf gelir. Eşsiz kitapların yazarıdır. Ölümü erkendir. Düşünürüm bazı bazı, yaşatsaydılar biraz daha fazla acaba neler neler yazacaktı diye.

Sırça Köşk; 13 hikayeden ve 4 masaldan oluşan bir kitap. Ayrıca yasaklı bir kitap. Masalların yasaklandığı bir ülkede böylesi dut reçeli tadında hikayeler masallar anlatan insanların var olduğunu bilmek ve çoğalmalarını dilemek gerek.

Kitaba ismini veren Sırça Köşk masalı, 3 tembel, işe yaramaz adamın gül gibi geçinip giden bir yerleşim yerine giderek sırça bir köşk yapılması gerektiğini, her şehrin bir köşke ihtiyacı olduğunu söylemesiyle başlar. Bu fikre yabancı olan ahaliyi bir meraktır alır. En sonunda diğer şehirlerden eksik kalmamak için kolları sıvarlar. Köşk tamamlandıktan sonra şehrin yönetimini ellerine alan bu 3 kişi halkı kullanmaya başlar. Ellerindeki yiyecekleri alırlar, onları hizmetlerinde kullanırlar. Sömürürler ve en nihayetinde halkın elinde avucunda birşey kalmaz. Halk tepkilidir. Bu tepkiye karşı kendini şehrin kralı ilan eden dolandırıcı halkın karşısına çıkarak şunları söyler;

"Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleleri halka dağıtılsın."


Halka dağıtılan kellelerin içinde beyin yoktur, dil yoktur, gözler hiç yoktur. Bunun üzerine biri çıkar ve "Böyle başın da bana lüzumu yokur" der ve kelleyi sırça köşke fırlatır. Halk herşeyden güçlü olduğunu düşündüğü köşkün bir kelleyle böylesi bir yara aldığını görüp şaşırır ve ellerindeki kelleleri köşke fırlatarak köşkü yıkarlar.



Sabahattin Ali'nin masalın sonunda bir de nasihati vardır insanlığa.


"Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter."

Sabahattin Ali'yi okuyun okutun.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Kara Büyü


Yeni, pırıl pırıl bir yazar Pınar Başalan. İlk romanı (serinin de ilk kitabı) Kara Büyü ile takip edilesi yazarlar listeme girmeyi başardı.

Paraf Yayınlarından çıkan kitap fantastik, korku-gerilim, kan vahşet kategorilerine giriyor. Kitabın üzerinde görmeye alışık olmadığım +15 ibaresi mevcut.

Kitaba gelirsek;

1971 yılında Cihangir'de bir ruh çağırma seansı sırasında medyumun kendi rüyasından yola çıkarak çevresinde halka olmuş kadınların geleceklerini söylemek istemesiyle başlar. Evin sahibi Aylin'in tümden hayatını değiştirecek bu seansın tohumları 10 yıl sonra fidan vermeye başlar. Kızı Deren'nin kendisini öldürmeye çalıştığı konusunda diretmesi onun akıl hastanesine yatmasıyla sonuçlanır. Bir patlama sonucu tüm ev ile birlikte Aylin ve kocası ölür. Deren, kocaman kadındır artık ve bakıcısı ile birlikte Balıkesir'e taşınırlar. Aslında bir kilitçi olan Nasuh'tan saklanmaktadırlar. Devamı kitaptadır.

Bir hayli sürükleyici bir kitaptı. Okumam 1 gün sürdü. Türkiye'de geçen hikayeyi ciddi anlamda garipsediğimi itiraf etmek istiyorum. Sanki Amerika'da geçen bir öykü okuyormuşum da birdenbire Sema, Edremit, Nilgün gibi isimlerle karşılaştığımda şaşırdığımı hissettim. Hoşuma gitti doğrusu. Hem de çok çok hoşlandım.

1 Temmuz 2011 Cuma

Alice's Adventures in Wonderland



Hikaye kitabı olarak okuduğum ilk kitaptı. İlk okuduğumda inanılmaz karışık gelen kitap sanırım 10 sayfaya sığdırılamayacak kadar şahane bir kurgu. Tekrar okuyorum. Kat kat daha zevk veriyor Alice'in masalı.

23 Haziran 2011 Perşembe

Bin Muhteşem Güneş



Eskişehir dönüşü yapışarak okuduğum Khaled Hosseini'ye ait Bin Muhteşem Güneş isimli kitabı - ki kitapseverler çok zaman evvel okumuşlardır eminim - daha yeni okumanın pişmanlığını duyuyorum.

Afganistan'da geçen hikaye umutsuzdur benim gözümde. 1970'ler ile 2002 yılları arasını anlatan yazar, sosyolojik değişimi gözümüze sokar. Meryem ile Leyla'nın hikayesinin anlatıldığı romanın gerçekliliğini bilmek tüyleri ürpertmekle kalmıyor ayrıca gelecekten de korkutuyor insanı. Açıkçası beni huzursuz eden bir kitaptı. Ağlamış mıyım? Tabii ki hayır. Sadece ürktüm. "pis kötülerin" bir topluma neler yapabileceklerinden çekindim. Nana'ya üzüldüm, sonra Meryem'e üzüldüm (en çok beni parçalayan karakterdi), Tarık'a ve annesine sonra babasına üzüldüm. Leyla'ya üzüldüm. Annesine ve babasına da çok üzüldüm. Azize'ye üzüldüm. Sonra Afgan halkına yandım. Ölümlere vahlandım. Kadınların esaretine yakındım. En sonunda sustum. Adalet aradım yaşananlarda,


ama yoktu...


PS: Kapak fotoğrafı daha iyi seçilebilirmiş.

11 Haziran 2011 Cumartesi

Acımadı ki

Kendimi dövdüreli sadece 4 saat oldu..

Teşekkürler Cüneyt Sönmez

Ps: Acımadı ki acımadı ki =)

9 Haziran 2011 Perşembe

Dehşet Hikayeleri






Son 1 haftada durup dinlenmeden Montague Amca'nın Dehşet Hikayeleri ve Kara Gemi'den Dehşet Hikayeleri isimli harika iki kitabı büyük bir coşkuyla okuduğumu söylemek isterim. Bu iki hikaye kitabı Chris Priestley isimli yazara ait olmakla birlikte kitapların bitimi bende açlık hissi yaratmıştır. "3. olsa", "keşke yazmış olsa" ben de oturup birbirinden korkunç hikayelerle beslenebilsem diye diledim. Nafile.

Montague Amca'nın Dehşet Hikayeleri; Edgar'ın büyük büyük amcası Montague'dan dinlediği birbirinden korkunç ve tüyleri diken diken eden masallarını anlatır. Amcasının evine o korkunç ormandan yürüyerek gitmek zorunda kalan Edgar evin basık ve karanlığından ürkmesine rağmen korkunç hikayelerden artık etkilenmediğini söylese de aslında çok korkmakta ve tedirginlik duymaktadır. Öykülerin her biri gerçekte yaşanmış ve her daim çocuk kurbanların başına geldiği için belki de çoğumuzun küçükken birbirimize anlattığımız hayalet, in, cin ve bazı hortlak hikayeleriyle bağdaştırdığımızdan olsa gerek inanılmaz sürükleyici. Beni en çok etkileyen ise; Harran'da geçen cin hikayesiydi. Osmanlı'nın son zamanlarında babasıyla Urfa'ya giden Frank'ın bir köyde parçalanmış bir çocuğun cesedini görmesiyle gelişen olayları anlatıyor.

Kara Gemi'den Dehşey hikayeleri; Gotik romanın çağdaş ustası Chris Priestley'den tüyler ürpertici deniz hikâyeleri gemisini yutan kara bir okyanusu yarıp çıkan denizci gibi karanlığın içinde nefes nefese uyandım. Ethan ve Cathy, bir uçurumun tepesine kurulmuş eski bir handa babalarıyla birlikte yaşıyordu. Bulundukları bölge üç gündür hiç dinmeyen vahşi ve azgın bir fırtınaya teslim olmuş, gemicilerin sığınağı olarak bilinen Eski Han kimselerin uğrayamadığı ıssız bir hale bürünmüştü. Fırtınanın üçüncü gecesi Ethan ve Cathy aniden rahatsızlandı. Babaları da çaresizce onları yalnız bırakarak doktor çağırmak üzere handan ayrıldı. Hanın ıssızlığına teslim olmamak için kitap okumaya yönelen çocuklara, fırtınanın olağan gücüyle sürükleyerek getirdiği gizemli bir konuğu vardı: Denizci Jonah Thackeray. Peki bu davetsiz misafirin yolu, gecenin kör bir vaktinde nasıl bu hana düşmüştü? Babaları küçük Ethan ve Cathy'ye nasıl bir oyun hazırlamıştı? Thackeray'in, Ethan ve Cathy'ye, uzak denizlerde başından geçen olayları anlattığı kan ve dehşet dolu korkunç hikâyelerin ardındaki sır neydi? Kaleme aldığı Dehşet Hikâyeleri serisinin ilk kitabı Montegue Amcanın Dehşet Hikâyeleri ile dünya genelinde büyük yankı uyandıran ve Edgar Allan Poe'nun çağdaş bir veliahttı olarak gösterilen Chris Priestley, Kara Gemiden Dehşet Hikâyeleri adını verdiği ikinci kitabında uzak diyarlara sefere çıkan denizcilerin, göçmenlerin ve yoksul ailelerin başından geçen dehşetengiz olayları hikâye içerisinde geçen küçük öykücüklerle resmetmiş. Genel anlamda korku hikâyelerine eğilimli olduğunu söyleyen, Charles Dickens'ın, M.R. James'ın, Saki'nin ve Edgar Allan Poe'nun kısa öykülerini okumaktan kendini alıkoyamadığını belirten Priestley, adı geçen yazarlardan aldığı ilhamı kitaplarında son derece kişilikli bir şekilde yorumlayan özgün bir stile sahip. Sakın karanlıkta dolaşmayın! Zaten Ethan ve Cathy'nin taşıdığı esrarengiz sır nefesinizi kesmeye yetecek! (
Arka kapak)

3 Haziran 2011 Cuma

Je Veux




Sizin iyi davranışlarınızdan bıktım, bu bana fazla !
Doğrudan konuşurum ve açık sözlüyüm, özür dilerim !
İkiyüzlülüğe bir son verin, bıktım bundan !
Odunların dilinden bıktım !

1 Haziran 2011 Çarşamba

Taş Uykusu




Aslı Tohumcu 'yu ilk kez okumak istedim. Taş Uykusu isimli kitabını aldım oturdum koltuğuma.. Bir hevesle başladım okumaya; bir otobüs, otobüs durakları, otobüs duraklarında ve yol üstünde bulunan reklam tabelaları, teker teker otobüse binen yolcular, onların akıllarından geçenler ve hayatlarına dair kendi ağızlarından anlatılanlar. Olmamış bu kitap. Hiçbir bağlayıcılığı, sürükleyiciliği yok.. Kişiler karman çorman ve bolük bölük yaşamları.. Mesela (X kişi) diye başladığı birer paragraflık o anda aklından geçen şeyleri belitmiş.. Fakat sadece X kişisi yok tüm alfabe orada ve ara ara bu kişiler tekrardan karşımıza çıkıp aynı şeyleri dile getirip okuyucunun zaman kaybı bir kitap sanki duygularını katmerliyor. Mesela otobüse ben biniyorum;

"(Burcu) Kitabı okuyorum ama neden hep aynı şeyleri söylüyor... Bu ne iğrenç bir por.no üslubu yaa.. Yazarda böyle bir fantazi falan mı var acaba? Yooook canıııım sadece denk gelmiştir herhalde... En iyisi diğer kitabıma geçeyim daha fazla bu işkenceye katlanamayacağım.. "

Kitabın tarzı ve konusu dışlında diyebilirim ki;
Kırmızı Kedi Yayınları'nı göz hapsinde tutuyorum... Çok hoşuma gitmeye başladı kapak basımları... Hele İnci Aral'ın kitabından sonra takipteyim.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Kumral Ada Mavi Tuna



“Sıradan bir insanım ve tabii bütün sıradan insanlar gibi sıradışıyım” diyerek tanımlar Tuna kendisini. Diğer bir sayfada ise; "Ben birini mutlu ederek mutlu olabilen egosu gelişmemiş salaklardanım" der. Mavi bir çocuktur Tuna. Gözleri gibi aklı da mavidir bana göre. Keskindir duyguları, yerine göre yumuşak fakat hep takıntılı. Hayatı 5 yaşındayken değişir. 5 yıllık yaşamanı değiştiren Kumrallar kumralı Ada ömrünün son günüe kadar değiştirir Tuna’yı. Artık bir kukladır. Ada’nın en sevdiği oyuncağı, İlk aşkı... Tuna yan köşkün bahçesinde görür Ada’yı, oynamak ister Ada kibirden belki şart koşar. Şartına karşılık arkadaşlığını kabul edeceğini belirtir.

Aras, Tuna’nın dillere destan şahane ağabeyi. Ada’nın aşkı. 7 yaşının verdiği utangaçlık fakat farkında beğeninin getirdiği güven... Ada, Aras ve Tuna bir nevi çeşitkenar üçgen.

Kitap işte böylesi güzel bir ortamda başlıyor...

Yo yo.. Kitap Tuna’nın bir Salı sabahı kahvaltı hazırladığı bir vakit, askerlerin evine gelmesiyle başlıyor. Onu alıp kararğaha götürmek istiyorlar, iç savaş çıkmış ve Tuna tekrardan askere götürülecektir. En korkuğu şey gelip bulmuştur Tuna’yı. Aras yaşasaydı ne yapardı acaba? Ya Ada? Ada nerelerdeydi? Neden gazeteler Aras’ı öldürdüğünü söylüyorlardı. Yıllar önceki olayda neden Ada suçlanıyordu? Halbuki böyle olmamıştı? O da oradaydı. Ada Aras’ı öldürmemişti? Hep Aliye’nin suçuydu ve tüm bu yaşananlar bir büyük karabasandı. Sayfalar geçtikçe bitmeyen ve nihayete eremeyen bir kabus...

Buket Uzuner’in en en en güzel çalışmasıdır bu kitap. İnsanın kendinden de birçok şey bulacağı bu harika romanı okumak için geç kaldığımı düşündükçe üzülmüyor değilim.

Son olarak diyorum ki; "Faşizm, kendi ilişkilerimizde başlar ve daha fazla incitmek, daha fazla yaralamak, ezmek ve aşağılamaktan zevk almaktır aslında."

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Serenad



Spoiler

Kitabı çok düşünmeden raftan alıp sepete koydum. İşyerine geldiğimde masaya bıraktım. Baktım kapak resmine. Taş bir sokak, şemsiyeli bir kadın. Kapağı kaldırıp adetim olduğu üzere yazdım tarihi, mekanı, adımı. "Edebiyat dünyasında tam olarak oturtacak bir koltuk bulamadığım insan, sevgili Zülfü Livaneli" notundan sonra "Serenad"'ı okumaya başladım. Kitap ilerledikçe romantizm arıyor insan isminden dolayı kitapta. Sonra uçakta buluyor kendisini okur "maya" adıyla. Amerika'ya olan yolculuğumuzun sebebi Türkiye topraklarında başlıyor. Maya'nın yaşananları anlattığı kitabıyla Amerika'da son buluyor.

İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü'nde bir memur olarak çalışan Maya Duran konferans için ülkeye gelen 87 yaşındaki Profesör Maximillian Wagner'ı havaalanında karşılamakla ve ona tercümanlık yapmakla (mihmandarlık) görevlendirilmiştir. 59 yıl sonra tekrar İstanbul'a gelen Prof. Max. için bu şehrin farklı bir önemi vardır. Maya misafiri önce oteline yerleştirir, fakat havaalanından bu yana bazı karanlık tipler tarafından takip edildiğini anlaması uzun sürmez. Bir süre sonra yaptığı araştırma sonucu Profesörün sadece bir bilim adamı değil ayrıca geçmiş yıllara dayanan bir takım işleri olduğunu öğrenir.

Maya 15 yaşındaki oğlu Kerem ile ilişkilerinin kopma noktasında olduğunun farkındadır. Bu durumu ona karşı kullanarak Profesörün hayatını araştırma görevini Kerem'e devrederek onu normal yaşama döndürmeye çalışır. Bir kaç zaman sonunda Kerem'in verdiği bilgiler 2. Dünya Savaşı'na dayanmaktadır. Struma gemisinin gizine, Hitler'in Almanya'sına ait bilgiler vs. Türkiye'ye 1939-1943 yılları arasında gelen tüm bilim adamlarını kapsar. 3 gün içinde hayatı bambaşka bir düzleme sıçrayan Maya geçmişi ile ilgili de bir çok değişik bilgiye ulaşır. Maya karakteri ile Maya'nın babasının Ermeni soyundan ve annesinin Kırım Türklerinden geldiğini öğrenmesi ile ırk karışımına değinir yazar. İnsanlığın soykırım yapma huyunun her daim olduğunu, her ırkın bunu öyle yada böyle yaşadığını, iktidarların ölümle bağını anlatır bu kitap.

Kitabın 2. kısmı Prof. ve sevdiği kadın Nadia'nın hikayesinden bahseder. Maya'nın Prof.'den dinlediği kadarıyla evlilikleri, Nadia'nın bir yahudi olmasına rağmen Alman soyadıyla yaşaması, zamanın Almanya'sının ve doğu Avrupa'sının cehennemden beter durumuna şahit oluruz.

Max ile Nadia Almanya'dan kaçarak İstanbul'a doğru trenle yola çıkmışlardır fakat Nadia bir anda SS subayları tarafından trenden indirilir. Uzun süre karısından haber alamayan Max İstanbul'a ulaşarak geri bıraktığı karısını bulmak için her yana başvurur. Kendisi de Alman olmasına rağmen kaçak sayılan Max 2 yılın sonunda bir Yahudi kampında Nadia'yaya ulaşır. Onu bir şekilde (Sahte vaftiz belgesi düzenleterek) kamptan çıkrtıp Romanya'ya ulaşmasını sağlar. Artık kavuşmalarına bir engel kalmamıştır. Ne kadar parası varsa karısına gönderir bu para ile Nasi "Struma" isimli gemiden bir biley satın alır. Struma İstanbul kıyılarına gelmeden Max kıyıda gemiyi beklemeye başlar günler öncesinde. Gemi görünür kıyıya yaklaşır fakat kimse inmez. Ülkelerin ortak aldıkları kararla gemi tamir edildikten sonra Filistin'e doğru yola çıkmalıdır. Türkiye mülteci mülteci kabul etmemektedir. Max. bir kez daha hayal kırıklığı yaşar. Ve karısını bir daha asla göremez çünkü karantina'ya alınan geöi Şile açıklarında bir Sovyet torpidosu tarafından havaya uçurulur. Max karısının ve bir sürü indanın bu şekilde parçalandığını görür. Bu yüzden " tüm iktidarlar öldürür" der. Ona göre tüm hükümetler suçludur.

Max kısa süre sonra sınırdışı edilir ve yaşamak için kendisine Amerika'yı seçer. Ağır depresyon yaşar ve bir gün yine gelir İstanbul'a. Maya ile tanışır. Ona herşeyi anlatır. Bir de küçük bir beste dinletir Nadia'ya yazdığı bir parça. İşte kitabın son bölümü de Prof. kaybettiği bu bestenin yani "Serenad'ın" notalarını bulmakla kendisini sorumlu hisseden Maya'nın Almanya , Amerika seyahatini konu edinir.

Genel anlamda sürükleyici bir kitap fakat yer yer kendini tekrar ettiği de bir gerçek. Okuyucuda merak uyandırma amacıyla bayıltıcı bir oyalama derdine girilmiş. Daha kısa tutulabilirmiş. Yine de kütüphanemde yerini almıştır.

10 Mayıs 2011 Salı

Şarkını Söylediğin Zaman



Bir aşk ne kadar yoğun yaşanır erkeğin kalbinde? Bir erkek duyduğu aşktan ne bekler? Sahip olmadığı kadına duyduğu ağdalı tutkunun devam etmesinin sebebi nedir? İnci Aral aksi cinsinin aşkını onun dilinden nasıl böylesi sürükleyici anlatabilir? Yazarın soluksuz okuduğum tek romanı “Şarkını söylediğin zaman” adıma imzalanmış şekilde gelmesiyle beni çok heyecanlandırdı.



• Spoiler
Cihan isimli bir erkek.
Ayşe isimli bir kadın.

20 yıl önce doğan Ayşe ve o anda 20 yaşında olan Cihan.
Bir kız daha var adı Deniz. Cihan ile Ayşe’yi birbirlerine bağlayan geçmişin soluğu, şimdinin hayaleti, şahane kadın.

Ortak payda.
Cihan, Deniz’i; “Yüzü dünyama umulmadık biçimde katılmış en güzel dalgınlıktı.” diyerek tanımlar.
Türkiye’nin karışık olduğu yıllarda okulda tanır Cihan Deniz’i. 1977 yılı... Cihan için girdaba kapılmadan önceki okuldaki son senesi. Ateşli bir solcu olan Deniz’i piyanonun önünde gördüğü gün aşık olur ona. Sebebi budur onu koruyup kollamak istemesinin. Deniz’in ise ondan ne beklediği belirsizdir. Birlikte muhteşem bir dostlukları vardır görünürde. Bu dostluğun altında ise Cihan’ın aşkı ve Deniz’in sınırlarda olan hayatı saklıdır.
Yıllar yıllar sonra Cihan yurtdışından döndüğünde bir arkadaş toplantısında Ayşe ile tanışır. Aşık olurlar ilk görüşte birbirlerine. Deniz gibidir. Aynı onun gibidir. Bir gün eski defterlerini açar ve Deniz için yazdıklarını okumaya başlar ...... O okur ben dinlerim... Bir erkek bu şekilde yazar mı ki diye de düşünürüm.

Delice hoşlandım bu kitaptan. Çok severek okudum. Mutlaka tavsiye ediyorum.
Not: Deniz’in Bordeline olma olasılığı pak fazla sanki =)
Not2: Kitabın kapağı bir harika... Harika... Çok harika hem de...

26 Nisan 2011 Salı

Üç Aynalı Kırk Oda



* Spoiler
"Alice harikalar diyarında" kitabın ilk öyküsüdür. Teksas'ın küçük bir yerleşkesinde doğup büyüyen Alice 18 yaşında hayatına başka bir yerde devam etmek ister ve evden kaçar. Onu eve bağlayan ne muhteşem bir anneye ne de babaya sahiptir. Annesi Köpek surat ve alkolik babası artık ona sıkıntı vermektedir. Otobüse bindiğinde bir daha geri dönmek aklında yoktur. Öykü Alice ile Adam'ın sıradışı aşkını anlatır. Bu aşka ise; Alice'in bulaşıkçılıktan, porno film oyunculuğuna oradan sahnelere ve sinema dünyasına kadar olan geniş bir meslek yelpazesi vardır. Sonunda Alice çok ünlü olur. Ünü ülkeden kıtaya, kıtadan dünyaya, dünyadan diğer gezegenlere kadar ulaşır. Verdiği bir büyük konser akşamı uzay gemisi tarafından sabote edilir. Alice olan aşkını dizginleyemeyen Adam kaptanı olduğu uzay aracına atladığı gibi Alice gelir. Tüm seyircilerin ve kameraların önünde onu gemisine doğru çeker ve Alice'i kaçırır.
İlk Dünya deneyimini Türkiye diye bir ülkenin Harran civarında tecrübe eden Adam aşıkların kavuşamaması halinde "kız kaçırma" geleneğini gezegenler arası uygulayan ilk ve son (?) androiddir. Öykü, bundan sonra bir Bilim Kurgu - Aşk örneği olarak devam eder.



Mungan, Adam'ın gezegenini öylesine güzel ve hayali anlatmış ki insanı meraklandırıyor, kişi oraya gitmeye heves ediyor. Hele hele dünya hakkında en başından beri (pramitler, dinazorlar, bigbang vs.) yaşanmış olaylar hakkında öğrenebileceği bilgilerin yaratacağı şaşkınlık için bile kaçırılası geliyor insanın.


*

"Aynalı Pastane"'nin parmaklarından rakamlar dökülen kasiyer kızı Aliye ile aseksüel bir pezevenk olan Muştik'in hikayesidir. "Zaman"dır hikayenin teması aslında. Karşısında kocaman bir ayna, parmaklarında çatlamış oje ve dökülen rakamlar, bir çok değişik insan, tanıdığı fakat onlar tarafından tanınmadığı. Onlarla iletişim kurmak yerine, insanları izlemeyi tercih eden bir kasiyer kız. Parfömdür en sevdiği şey kızın. Gider parfömcüye bir gün, elindeki boş şişeye orta halli bir koku dolduracaktır. Pahalı, özel kokudur aslında canı ceken. Göz açıp kapayıncaya kadar çalar bir pahalı parfüm. Yakalanır. Muştik kurtarır onu dükkan sahibinin elinden. Aliye ise parföm karşılığında tüm masumiyetini ve geleceğini verir. Aliye'den kaliteli bir fahişe yaratmayı aklına koyan Muştik kısa sürede amacına ulaşır. Muştik ona hayatının en şahane anlaşmasını teklif eder aynı gün. Bekareti karşılığında, bol para, erkekler tarafından sonsuz beğeni , bambaşka bir hayat. . Eskiden Beyoğlu tarafında oturan fakir bir genç kızdır. Yahudi bir aileye ait pastanede iş bulmasını sağlayan falcı ile tanıştığında aslında kaderinin sıkıcılığını biraz daha hisseder.


Falcı der; bak camdan, gördüğün evdeki insanların yanında, başlayacaksın çalışmaya
Der ki Aliye; Peki ne zaman evleneceğim?
Falcı bakar suratına; Her fal için sadece bir niyet.
Öğrenemez Aliye evlenip evlenemeyeceğini.


Hikaye bu ya; Muştik güzel bir biçimde eğitir Aliye'yi. Erkeklerin ciğerini okutur, kanını emdirir. Fahişeliğin onu zengin edeceği sözünü tutar. Aliye öykünün ilerleyen kısımlarında aranılan bir kadın olur İstanbul'da.

Aliye'nin iç dünyasını okurken dramatik bir masal değil de sanki normal bir kötü yola düşme müsameresi izliyormuş hissine kapılıyorsunuz. Çok olağan, hergün yaşanan bir durum gibi..


*
Davavekili bir babadan olma, İstanbullu bir anadan doğma Ali'nin sıradışı çocukluğudur yazarın 3. öyküsü. Okuduğum tüm çocukluk anılarından farklı ve fazla bir öyküdür. Ali'nin eşcinselliğini farkettiği küçük yaşlarından itibaren yaşadıklarını, hissettiklerini, sanrılarını, hayallerini detaylı bir biçimnde anlatır. Mardin'de doğan Ali'nin ters ve kese içinde doğması korkutur ilk aileyi.. Kalabalıktır evleri. "Uğursuz baykuş çığlıklarına" sahip halalarından başka bir de zırdeli dedesi vardır evde. Ali'nin izlenimleri hep dedesine yöneliktir. Çok sever dedesini. Hayal gücünün kuvveti de buradan gelir zaten. (Şizofren bir çocuktur Ali bana göre) Kitapta, Ali kendini bilmeye başladığı vakitten itibaren penisi ile derdi olduğunu gözleriz. Onu istemez bedeninde. zarar vermeye başlar kendisine. Doktorlar çare olamaz. Hacı hoca bulur devayı. Kurşun dökülür ve der ki kurşun; geçmiş bir yaşamı varmış Ali'nin, tutkulu bir kadımış, aşıkmış, aklı kalmış orada garibin.

Gel zaman git zaman cinselliği keşfeder Ali. Kuzenleri ile çocukça ayıp oyunlar oynarlar. Sonrasında başka başka çocuklarla da... Kelimeleri ustaca kullanabilen yazarın bu hikayesini ne kadar anlatsam da o masalsı anlatımı yakalayamayacağım. En iyisi sizler okuyun derim ben.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Arkada Kalan

"Ne zaman içime biraz fazla baksam, yükseklik korkum depreşir." Güzel demiş Mungan.

Küçük ve boktan dünyamda güzel şeyleri kelimelere bürüyüp cümle şeklinde somutlaştıran çok büyük insanlar var. Son insanlar. Bir İskender, bir Menteş, daha daha Ferah var... "Güzel bir dönemdeyiz şimdi" dersem vurun beni. 2011 ve sonrası ve bir 10 basamak öncesi kaybettik bir şeyleri kelimelere dair. Cümleler bir Yücel'le, bir Özlü ile, daha daha Marmara gibi hayat bulmuyor. Sadece kurum kurum kuruluyor. Acı, gerçek değil sanki. Bir öfke her hecede. Yok olmuş kavuşulamayan sevdaların büyüsü, terkedilmiş ilk öpüşler. Dünya, artık aynı Nilgün'ün gördüğü gibi görünüyor tenime;

"Ey! İki adımlık yerküre
Senin bütün arka bahçelerini
Gördüm ben!"

Her bir insanoğlunun arşa vardığı gece evimde saklanıyordum ben. Kaçırılmış bir partiye üzülmek benim tarzım değil, ben sadece bakkalda biten dondurmanın ardından yazıklanırım. Unutulmuş bir ben ve bitmiş bir dondurma birbirine ikiz kadar benzerdir. Dondurmayı bitiren ile beni unutan aynı zat mı? Bunun somut bir verisi yok zihnimde. Dünyaya ne kadar küs isem o zata da aynı şekilde küsüm. Kırgın değilim. Küsüm.

Ne zaman bir kahpe gelip de üzerimden tırla geçecek diye bekliyorum. Evde. Odamda. Bilirsiniz kahpe dediğin sen nereye kaçarsan kaç seni bulur ve ezer...

En az bir hacıyatmaz kadsar uykusuzdum. Ayakta durmak iki gün boyunca zor geliyor. Çevredeki görüntüler bitmeye niyeti olmayan bir Nuri Bilge Ceylan filmi gibi. Modern işkence aleti. Konusu belli olmuyor. Nerede, ne zaman biter belli değil. Aynaya baktıkça ağlayan bir garip deliyim. Uykusuz, ağlayan, deli. Rüyanın içinden adımı seslenenlere, akmaktan iyice kurumuş sümüklerimi çekmeye çalışarak verdiğim cevaplar çok uzaklardan belki de aynadaki aksimden geliyor. Dudaklarım kıpırdıyor, fakat kafamda kendimi asmaktan başka bir çıban yok. Düşündüklerim söylediklerimin üveyi bile değil. Janis Joplin Summertime diye çatlatırken sesini duyamacın deliklerinde ben de çatlak cildimi siliyorum kremin en yağlısıyla. Gözyaşlarımın ıslatıp tonik rolüne büründüğü bu gecede Janis sustuğunda zifiri bir sessizlik, hafif bir karanlık perdelerime yaslanıyor.

Bir an durup kamerayı farkediyorum. Dibimde. Çok yakınımda. Rolümü oynamam gerekiyorsa tam ışığa dikip gözümün bebeğini, kahkahalarla gülmem kim ne kadar şaşırtırdı herkesi. Hava durumu sunmam emredildiyse;

"Babama hiç aşık olmadım. Annemi hiç kıskanmadım. Hiç Küçük Prens okumadım. Şeker Portakalı hiçbir şey ifade etmedi bana. Çevremde hep insanlar vardı ve ben ilk "çok yalnızım" dediğimde henüz 6 yaşındaydım. Kreşte koşturan aptal cinslerimi izliyordum. Yalnız kaldığım bir yaz günü bir kavanoz sarelleyi gözümü kırpmadan bitirdim."

Şimdi reklamlar.

22 Mart 2011 Salı

Elif

Paulo Coelho okumayalı bir hayli zaman olmuş. Elif'i okuyunca farkettim maalesef. Mart 2011'de yayınlanmış kitap hakkında bir kaç makale okudum öncesinde fakat merakımı tatmin etmedi yazılanlar. En iyisi kendim okuyup anlamak, anlayabilmek.


Elif, Alef yada Aleph, reenkarnasyon temasını işleyen bir kitap. Ana karakteri Paulo'nun kendisi olunca gerçek olması ihtimalini okuyucuda daha da sorgulatan bir eser. Kitabın tanıtımında defalarca Türk kızı Hilal ile olan yolculuğundan bahseden yayıncılar, okuyucu kitlesini bu yolla tavlayabileceklerini düşünmüşler belli ki. Fakat itiraf etmeliyim ki bu konuda ben hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü Türk kimliği ile herhangi bir bağı olmayan bir kız Hilal. Yahut bu kimlikten bahsetme gereksinimi duyulmamış kitapta. Bu sebep ile kitabın reklamını bu yolla yapan kişilere teessüf ederim.

*Spoiler

Paulo Coelho yazar kimliğinin dışında inancını yitirmek üzere olduğunu ve artık üretemediğini düşündüğü sırada J. ismindeki medyumu (kahin, guru yada her neyse) ile yaptığı sohbeti sırasında inancının geri gelmesi için Türkiye üzerinden bir yolculuğa çıkması gerektiğini söyler J.. Bir zaman sonra aklına gelen bu yolculuğa çıkarak Transsibirya demiryolu ile 9288 km yolu 2 yayıncısı ile tamamlamak için planlarını yapar. Fakat Rusya'da onu bekleyen Türkiye doğumlu 21 yaşındaki Hilal, J.'nin Paulo'ya bahsettiği şeylerden bahsedince onunla kaçınılmaz bir maceraya atılmak zorunda kalır.

Hilal küçükken cinsel tacize uğrar ve bu durumu aşamayınca keman çalmaya başlar. Tüm enerjisini buna harcayarak büyük bir keman ustası haline gelir. 12 yaşında Rusya'ya eğitim için gelir ve bir daha ülkesine dönmez.

Paulo, geçmiş hayatlarında olmuş olayları görmektedir. Artık trans hali mi dersiniz astral seyahat mi bilemeyeceğim fakat, geçmiş yüzyıllarda yaşayarak haksızlık ettiği tüm kadınları ömrünün belirli zamanlarında tanıyarak onlarla olan hesaplarını kapatmaya çabalar. Hilal de bu kadınlardan sadece biridir.

Bu tarz konulardan hoşlananlar için keyifli bir kitap.

"Hayatımızda keskin bir dönüşüm yaratan felaketlerin temelinde hep aynı şey vardır: birini kaybetmek. Birini kaybettiğimizde eskiyi geri getirmeye çalışmak boşunadır. Doğru olan, açılan büyük boşluğu yeni birşeyle doldurmaya çalışmaktır. Teorik olarak her kayıpta bir hayır vardır. Pratikte ise kayıplar insana Tanrı'nın varlığını sorgulatır ve kafada bir soru doğurur:

Bunu hak ettim mi?"

14 Mart 2011 Pazartesi

Trendeki Yabancılar

Patricia Highsmith 17 yaşında polisiye türündeki ilk romanına "Trendeki Yabancılar" isimini verdi. Kitabın adının tanıdık geldiği kanısına varanlar belki de 1950 yapımı Alfred Hitchcock'un kitabı filmleştirdiği halini anımsamışlardır.



*Spoiler

Bruno ve Guy arasındaki sohbet bir tren yolculuğunda başlar. 2 yıldır ayrı yaşadığı karısı Miriam'dan boşanmak için trenle Metcalf'a giden Guy bir mimardır. Küçük bir kasabada lisede tanıdığı Miriam ile evliliği istediği gibi olmamış ve karısı tarafından defalarca aldatılmıştır. Başka bir adamdan çocuk bekleyen karısını boşayarak şehirde aşık olduğu Anne ile evlenmek istemektedir. Tek isteği budur. Halbuki içten içe Miriam'dan nefret ediyordur. Haksızlığa uğramışlığın öfkesi vardır içinde.

Charles A. Bruno üst tabakaya mensup, zengin mi zengin bir anneye ve karısı tarafından zenginleşmiş bir babaya sahiptir. (Alkolik olmasını babasından nefret etmesine bağlıyorum ben) Annesine aşık derecesinde bağımlıdır ve kıskançlığı, bu kadar zenginlik içinde parasız bırakıldığını düşünmesi babasına nefretini tırmandırmaktadır. Bruno hiperaktif bir yapıya sahiptir. Hareketli ve acelecidir. (Şizofren tavırlar sezdim ben açıkçası.) Bruno ve Guy trende tanışırlar daha evvel demiştim. Sohbet sırasında Bruno, Guy'ın Miriam ile olan yaşamını öğrenir ve Guy kadar eski karısından nefret etmeye başlar. İçindeki öfke babası sayesinde öyle büyüktür ki şimdi yanında Miriam olsa oracıkta gebertebilirdi kızı. Kısa bir süre düşündükten ve içki içtikten sonra Guy'a bir teklifte bulunur. Miriam'ı öldürmesi karşılığında Guy'ın, babasını öldürmesi. İşte kitabın anlattığı konu bu.

Gerilimi bol olan kitapta Bruno'nun iğrenç şantajları ve tacizleri mide bulandırıcı biçimde okuyucuya aktarılmıştır. Filmi henüz izleyemedim. Bulamadım laf aramızda fakat aynı tadı alabilecek miydim zaten emin değilim.

9 Mart 2011 Çarşamba

Sonra

"Hiçbir zaman tam anlamıyla "sonra" olmaz. Tam anlamıyla oturulup konuşulmaz. Sanki bize sonsuz bir hayat bağışlanmış gibi yaşayıp zamanı hoyratça harcar, tüketiriz ve öyle bir geçer ki zaman, günün birinde oturmaya, konuşmaya karar verseniz bile bir de bakarsınız ki ya konuşacak kimse kalmamış ya da konuşulacak şeyin anlamı kalmamış. Geçip giden bir ömrün arkasından el sallarız."


Dedi ya dün gece Osman hani, canımdan bir billur tanesi daha koparttı.

Kelimeler bir araya geldiğinde dinleyen için çok önemli şeyler anlatır. Fakat söylenenleri duymayan, sadece dinleyen kişilere çığlık da atsanız faydasızdır genelde. Halbuki demek istediğinizi bir anlayabilseler değil mi? Keşke herkes birbirini can kulağı ile dinlese, keşke...

2 Mart 2011 Çarşamba

Henüz Adı Yok -1

Ceplerim öylesine dolu ki kalp kırıklıklarımla yenilerini ellerimle taşımak zorunda kalıyorum. Eteklerimdeki öfke taneleri böğürtlen kadar parlak renkli. Eteklerimi savurdukça ben, düşmemek için inat ediyorlar. Halbuki geçtiğim yollarda onlardan izler bırakmak istiyorum. Üstlerine basarak geçsin istiyorum ardımdan gelenler. Sona ulaştığımda tek bir tane parlak öfke tanesi kalmasın oyalı eteğimde. O vakit daha kolay olacak Azrail'in hafiflemiş olan beni taşıması.

En büyük yalan hayattır. Mutlak mutluluğu aramamız söylenir fakat yoktur böylesi mutluluk. Herkes mi cahil, herkes mi saftır ki inanmışız bir kere. Çevremde sahte mutlulukları, geçici, transparan yürek hoplamalarının gerçek olduğuna inanarak yaşayan binlerce insan. Aslında küçük şeylerin mutluluğu da küçük olurmuş. Bir fare deliği bırakırmış kalpte, zihinde... Delik deşik, bomboş bir beden. Kum torbası kadar değeri kalmamış. Akmış ve buhar olup uçmuş bir kırmızı sıvı, bulaşıcı. İşte küçük mutluluğun kısa süre sonunda bıraktığı virane, biçare insan müsveddesi. Ben.
- "Oya" nasıl bir isim sence?
- Orospu isimlerini çağrıştırıyor bana.
- "Ayşegül" nasıl?
- O da aynı.
İnsan ilkleri hatırlıyor fakat sonları bir türlü kestiremiyor gözünde. Son bakış, son dukunuş, son gülümseme, son yemek, son uyanış... O muhterem sondan sonra bakıp da "sonmuş demek" diyebilmek için badereleri atlatmanın üzerinden bir süre geçmesi gerekiyor sanki. Halbuki ilkler öyle mi? "İlk şiirimi bu okulda okumuştum". "İlk kitabımı işte şuradaki kütüphaneden almıştım". "İlk kez onu burada görmüştüm". "İlk kez burada öpmüştü beni..." "İlk kez..."
"Son kez kokusunu işte tam burada duymuştum" di-ye-bi-li-yo-rum artık. Onun kokusu, onun gözleri, onun boynu, onun elleri, onun nefesi, onun, onun, onun... Mide bulandırıcı bir kocaman "o". O kadar çok kafamda ki o, artık dişlerimi sıkarken kırmak, dilimi ısırarak kanatmak, kaşınan kollarımı kıpkırmızı olana kadar hırpalamamın dahi bir acısını hissedemez oldum. O sinsi sinsi gezinirken beynimin kıvrımlarında ben gömülür oldum kendime, kitaplarıma... Hücrelerimi ele geçiren bir büyük virüs gibi artık, ben farkında mıyım bataklıkta çırpınırken battığımın?
- Kanada'ya gidelim, orada yaşayalım.
- E ben ne yapacağım orada?
- Önce dil öğrenirsin, belki çocuk bakıcılığı yapabilirsin.
- Bilmiyorum, nasıl olur, gerçekten bilmiyorum.
- Sensiz gitmek istemiyorum. Seninle birlikte gitmek istiyorum.
*
Odamın kapısını kapattığımda ilk yaptığım şey atkımı, eldivenlerimi ve paltomu çıkartmak oldu. Ruhumla yaptığım anlaşmaya uyarak "ağlamayacağım" dedim kendi kendime hırsla. İstiyorum ki ruhum duysun bunu. İstiyorum ki O da duysun beni bu kadar mesafe varken aramızda. Her akşam iş dönüşü yaptıklarımı tekrarlıyorum kendimden uzakta. Haftanın 5 günü, aynı saatlerde aynı sırayla, aynı ruhla giyiniyorum, yemeğe iniyorum, bir şişe su alıyorum yanıma, bilgisayarımı açıyorum ve bacaklarım kıpkırmızı kan toplayana kadar yatma vaktimin geldiğini anlamıyorum. Bunları sırasıyla yaptığımın farkına varsam gerçekten de delirdiğimi düşünebilirim fakat ya dünya umurumda değil ya da kendimde değilim.
- Böyle bir ülkede yaşamak istemiyorum ben.
- ...
- Güney Kore'ye gidelim. Orada daha iyi koşullar var.
- Ne iş yapacağız orada? Nasıl geçineceğiz?
- Ben okula başlarım tekrardan, sen de dil öğrenip Türkçe öğretmenliği yapabilirsin.
-...
Neden gitmek zorunda olduğumuzu bir türlü anlayamadım. Gitmemi gerektirecek ne vardı ki? Benim için farkeder miydi orada yada burada olmak? Ben istiyor muydum bunları konuşmayı? Günlerden Çarşamba, yeni bir kitaba başlıyorum. Bitirdiğim kitabın adını biliyorum fakat farketmiyor benim için. "Bunları düşünmemenin en iyi yolu polisiye romanlarıdır" diyorum karşımda soruyu soran biri varmış gibi. Parmaklarımı gezdiriyorum Jean-Christophe Grange'in Siyah Kan'ında, Agatha Christie'nin Beş Küçük Domuz'unda. Karar veremiyorum. 17 dakika boyunca karar veremiyorum. Kararsızlığım hepsini aynı anda okuma isteğimden geliyor. En son ne zaman karar vermem gerekmişti?
- Benimle evlenir misin?
- E evet bebeğim evlenirim.
Kararsız kalmadığım bu yeğane anda kararsız olmanın daha iyi sonuçlar vereceği gerçeğini ilk orada idrak ettim. Yani şimdi anlıyorum tabi bunu. Yoksa o anda hayal meyal başka bir yerdeydim yahut yok olmuştum ve ben yine farkında değildim. Halbuki hayatı boyunca evlenme teklifi bekleyen bir ben vardım hikayede. Gerçek miydim? Bu dizlerinin üzerine çöken adam da kim? Ağlıyor mu? Bugün benim doğum günüm mü?
*
Günlerden hala çarşamba, bir türlü içine dalamıyorum kitabın. Kafamın içinde 13 zürafa oraya buraya çarpıyor. Kör mü oldular? Kesitleri var geçmiş ayların ensemde, önce ufacık bir iplik gibi başlayıp kocaman bir lcd ekran gibi gözümün önünde, 5-6 saniye kadar sessiz, kıpırtısız, ne olduğunu anlayamadan izliyorum onu ve kendimi ekranda.. Deniz kenarında... Sevdiği gibi geniş kumsal boyunca... Yavaştan kaşlarım çatılıyor... Boğuşuyorum top halini almış iplikle... Yerimden kalkıyorum çılgın gibi... Zaten hep delirmiş gibiydim ben ta evvelden beri... Kendimi bildim bileli...
bu gece yarımayvar.
yarısı gitmiş.
çapından kelebekler akıyor uzay boşluğuna doğru.
bir görsen rengarenk evren.
yarımayvar ya hani?
tamamay olacak bir gün.
tamamay.
Bir anda şakıyıveriyorum kırmızı koltuğumda. Kusar gibi. Öyle ani oluyor ki bu, pembe, ucu körelmiş kaleme yetişemiyorum havaya yazıyorum kelimeleri. Hava bitiyor. Nefes alıyorum ama hava değil sanki bu, yapışkan bir şey... Kalemime uzanıyorum güç bela, ölüyor muyum?
Yazıyorum durmadan, karalıyorum kelimeleri, kalem tutan elimi sıkıyorum yazarken.
9 ay sonra geldin....
hayaller kurmuştun...
kızın istediğini vermedin..
kavga ettik... kızdık... çok kızdık...
tekerlekleri öttüre öttüre gittin.
giderken arkandan bakmadım.
"sana garanti veremem, ama senden vazgeçemem de.."dedin..
öyle nötrüm ki uyudum hemen ben...
sen bir sürü mesaj çekmişsin.. aramışsın..
aynı geçen yıl benim sana yaptığım gibi..
hayat! ne garip...
Yoruldum...
Tanrıdan şu mübarek günlerde hızını alamayanlara fren vermesini dileyerek uykunun en güvenilir kollarına teslim ettim ruhumu. Artık kendi kendime kalmış vaziyette kıpırtısız sabaha kadar durdum.
- Amin demiş miydim ki?
İçim buruk. Bakıyorum sağıma soluma herşey kırık. Hava yağmurlu. Sonra bir ses deliyor pencereyi. Overlokçu geldi diyor. Halı kenarları, halıfleks kenarları, havlu kenarları, bilmemne kenarları arabamızda overlok yapılır. Overlokçunuz ayağınıza geldi diyor ardından. Bir ses geliyor dolanıyor odamda. Benden başka, annemden, babamdan başka birisine ait bir ses. Akıllara zarar bir teyp kaydı bile olsa ne şahane yağmurlu havada dinlemek, uzaklaşan sesi kaybolana kadar dinlemek.
Kalktım göz kalemimi çektim gözlerime, günlerden ne? Salı mı? Saat 06:12 mi? Kahve mi içiyorum? Yazı mı yazacağım?
Bir an düşündüm de; birşeyleri beklediğimi 12 yaşında farkına vardım. Bu demek oluyor ki 17 yıldır bekliyorum. Ne bekliyorum?
Bir uzaylı?
Bir şovalye?
Bir parmak çocuk?
Cennetten bir köşe?
Tanrının çıkıp ben bir palyaçoyum demesi?
Aslında benim ölü olup ta canlı olduğumu anlamam?
Yada bir cadı olduğumun farkına varmam?
Yaş 20 küsür olunca beklediğim şeyin ne olduğunu anladım. Daha kimselere söylememiş olmam alacakaranlık kuşağında yaşamama sebep olsa da; ben yine de kimselere bir şey söylememeye kararlıyım. Beklediğim şey adından da anlaşıldığı gibi daha kapıyı çalıp gelmedi. Zaten o zaman beklediğim şey olmazdı. Mavi ekran üstüme üstüme geliyor ben bunlara kafa yorarken.
Saatin alarmını kapatmayı unutunca bir anda sabah sessizliğinde DANK!!! edebiliyor insana. Beklediğim şey hiç olmayacak. Çünkü bu beklediğim şey beni derviş yerine koymaya çalışıyor ve elinden geldiğince HU! diyerek kaçıyor. Hayal kırıklığı artı (+) beynimin karmaşası.. Zürafaların vekalet verdiği arılar kafamın içinde vızıldıyor. Sonra bana Ya Sabır çektiriyor adettendir diye.
Aslında ruhum uyuduktan sonra, ben sensiz gecelerde ağlıyorum.
*
Tıpatıp mutluluğu oynayan melankoli aromalı şımarık bir kız gibi işe gitmem lazım. Acıyı sünger gibi içine çeken bir kalbe sahip olmamı anneme borçluyum. Evime gelinceye kadar sünger kalbimden tek damla damlarsa yarışmayı kaybediyorum, biliyorum. Bu yüzden de en çok bakteri olan yer kalbimdir. Pistir. Kurudur. Nefret ederim kalbimden.
Dinazor Şemseddin'le bakıştık bugün işyerinde uzun uzun. Ona farklı anlamlar yükledim. Yatak arkadaşım yaptım, sonra yetmedi kuaförüm yaptım. O da yetmedi en iyi arkadaşım yerine koydum. Şimdi patronum seviyesinde. Kahve içiyoruz beraber. Sütlü içmiyor. Tarzı değilmiş. Ben ise sütsüz kahve içemem. İşte bu yüzden iyi anlaşıyoruz Dinazor Şemseddin'le. Çakışıyoruz yani. Şemseddin kırmızı ve pembe karışımı renkte bir dinazor. İşaret parmağımdan biraz kısa olmakla birlikte bembeyaz dişlere sahip. Kuyruğunda boğumlar var. Şu an öyle bir durmuş ki bana bakışı korkutucu. Yanlış anlamayın o benden korkmuş gibi. "Hadi Şemseddin kahveni soğutma." Şemseddin'in arkadaşları var. Beni aralarına almaya bir türlü yanaşmayan. Elinde gözleri olan, kılıç taşıyan turuncu kostümlü orta parmağım boyunda bir asker. Suratının yarısını ağzı oluşturuyor. Fazla avanak olduğundan ismi Avni. Diğeri elindeki kalkanın ardına saklanmış ön iki dişi bir hali çıkık olan başparmağımdan dahi küçük bücür Recai. Recai'nin en çok sevdiği şey Playboy tv izlemek. En sevmediği şey ise; ayakkabılarını bağlamak. Diğer bir arkadaşı Celal. Celal'in uzun kırmızı bir pelerini ve yüzünü tamamen kapatan kaskı var. bu yüzden ona Mezdeke Celal diyorlarmış. Yeni sünnet olmuş bir çocuk gibi duruşu beni bir hayli etkilemiş olup kaskı üzerindeki tüyleri yolmak için zaman kolluyorum. Son olarak tanınması bir hayli güç olan yapışık ikizler Necati ile Cumali'ye değinmek istiyorum. Necati beyaz camlı güneş gözlüklerini asla gözünden çıkartmayan, puanlı şortlu bir arkadaşımız. Nuri Alço tarzı gülüşüyle grup içerisinde değişik bir yer edinmiş anladığım kadarı ile. Tam arkasında duran kardeşi Cumali tam bir balık hastası. Elinde tuttuğu sazanı mutlaka gittiği her yere götürüyor. Bıyıkları pos, kaşları gürdür. Devamlı paltosuyla dolaştığı için herkes ona isilik Cumali diyor. Neyse işte. Ben Şemseddin'i seviyorum. Beni aralarına almalarını can-ı gönülden istiyorum. Parmak Prensesiniz olabilir miyim diyorum? Soruyorlar neden? Çünkü çok yalnızım diyorum. İşyerinde başka kimsem yok diyorum. Ve arkadaş oluyoruz. 6,5 yıllık arkadaşlığımız süresince hiçbirini sevmiyorum, Şemseddin'i bile.
Eve gidiyorum, bir ilan görüyorum. 96 yaşında. Sadece bir kez gördüğüm, adını bile bilmediğim bir kadın. Ölmüş. Bugün 29 Nisan. 25 gün sonra babannem ölecek benim. Sonra başımı sarı apartmana doğru kaldırıyorum. 4. kat. Annanem kalkmış bana el sallıyor. Hep beni çok sevdiğini söyleyen annanem.

"Sen kaç gün sonra öleceksin anane?
Ya ben kaç gün sonra öleceğim anane?"

Sela okunuyor an itibari ile bir yerlerde.

Herkes bir bir giderken hiç bilmediğimiz bir yere, daha çok isyan ediyorum ben. Kızıyorum kendime.
Sonra açıp okuyorum büyük, kutsal kitabı.
Uyuyorum. Aynı 1 yıl 26 gün önceki gibi. Rüya görüyorum. Çocukken köyde her günümün geçtiği kilerin içine dalıyorum ve o bir sürü eski püskü eşyanın, farelerin cirit attığı mobilyaların arasından babannemin gelinliğini buluyorum. Giyiniyorum. Eldivenleri takıyorum. Yine. Babannemin çantalarını da koluma geçiriyorum. Çıkıyorum kilerden. Bahçeye. Tavuklar ördekler bana bakıyor. Sonra babannem çıkıyor avlunun köşesinden ve bana;"aaaaa yine mi giydin be ya o eski gelinliği, bak yine pislendin bu kadar işimin arasında yine suya tutucam seni" diye bas bas bağırıyor. Onu öldüren o hızlı ve panik adımlarıyla koşuyor bana doğru. Ben çığlık çığlığa kaçıyorum dış kapıya doğru. Herkes gülüyor. Sonra o gelinliği bozdurup bana gelinlik yaptırıyor. İlk ağlayan bebeğimi aldığı gibi ilk altın bileziğimi alıyor. Sonra fotoğrafçıya gidip fotoğraf çektiriyoruz.
Sabaha karşı saat 0400. Uyanık gözlerim. Zeynep var görüşme kanalında, konuşuyoruz neyden bahsettiğimizden habersiz.
Zeynep: "Zeynep'in kulakları eşek kulakları"
Melinda: "Benimkiler de kepçe mi?
Zeynep: "Yok değil ama memelerim büyük"
melinda: "Benim memelerim etli. Kulaklarım kepçe."
Zeynep: "Yok değil ama kulak memelerim büyük"
Melinda: "Ha ha ha yok benim kulak memelerim çok güzel delik deşik"
Anlatmak isteyipte anlatamamamın, devinim içinde bir oturup bir kalkmalarımın, beynimin bir kısmındaki tiz çığlıkları susturamamamın, gününüm dörtte birinde hep 'neden' diye soruşlarımın tek sebebidir yazılanlar. İlginin aşkla kıyaslandığı, aşkın horlandığı, aşkın kullanıldığı, sadece tek kişiyle yaşanmaya mahkum edildiği bir devirde yaşıyoruz. İlk görüşte aşkın olmadığını ısrarla iddia ederken ben, annelerin 'hayır vardır' derken ki kararlılığı değişimin ne kadar kısa bir sürede yaşandığını göstermiştir bana.
'Dur bi sevişelim belki severiz birbirimizi' diye bir şey olmaz. Kim sadece sevişerek sevmiştir ki partnerini. Yalan bunların hepsi. Yeni çağın boktan yalanlarıdır bunlar. Artık kızlar 'lan olm' diye başlıyormuş konuşmalara. Acaba neden? Erkekleşmek için mi? Yoksa daha sert gözükmek için mi? Sanırım bir 5 yıl sonra kadınlar tam olarak erkekleşip yatak odasının ışıklarını kapattıklarında bacaklarını aşka doğru tekrar tekrar açacaklardır. Ama aşk sadece bedene bürünmüş olacaktır hepsi bu. Ben hiç aşık olmadım. Yada hepsine aşıktım, bilmiyordum.
"Yorulursan yaslan bana" diyen bir erkek henüz bu dünyaya gelmedi.
Gelse ben görürdüm.

1 Mart 2011 Salı

Tol


Murat Uyurkulak'ın Tol'ünü okuyorum.. Karman çormanım şu sıra... Algı problemim her sayfada daha da artıyor.. Delirmiş bir yazar var karşımda... Zır deli... Diyor ki sayfalarında kitabının;

"Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan ayrıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım.

Oysa o sabahtan önce ben, henüz ruhubütün bir Yusuf'tum."

"Allahım, dedim içimden, Allahım sen mi yarattın bu soyu, Oğuz'un soyunu sen mi yarattın? Neden yarattın ki, doğru düzgün bir lanet bile bulaştırmadan tenlerine... Bu kadar yalnız, bu kadar çaresiz, yıkıntılar üzerinde, aksak, topal, şaşkın yürüyen bu soyu, bu çirkin soyu neden çoğalttın?"

Öfkenin başrolü üstlendiği kitabın içinde başka bir kitap. Roller hep aynı, intikam, pislik, gürültü, boşvermişlik, ot, içki, fahişe... Yusuf, Şair ve Oğuz (Ahmet Efe).. Arada Asya, Adnan, Şadi, A-da, Kambur, Canan daha bir çok yitik karakter... Hikaye içinde hikaye ama hep öfke, hep kin...