Burcu SezeR
14 Şubat 2018 Çarşamba
Run Gülüzar Run
7 Kasım 2014 Cuma
Daire 16
20 Aralık 2013 Cuma
Kitap Tavsiyelerim
*Spoiler
Tavsiye ederim.
22 Ekim 2013 Salı
Neden yokum?
Çünkü elime geçen herşeyi boyuyorum, ölmeden aklımda olan tüm kitapları okumaya çalışıyorum, diğer yandan sözlükte kelimeler döşeniyorum ve telekinezi yoluyla buraya bağlanmaya çabalıyorum fakat olmuyor sanırım.
kendinize iyi bakın! Öptüm! Bye!
4 Mart 2013 Pazartesi
Evlerden Biri
*spoiler
13 Aralık 2012 Perşembe
4 Temmuz 2012 Çarşamba
Kahperengi
--- spoiler ---
İnsanın Recep ve ailesini gözünde canlandırması hiç zor değil. Sorumsuz, bencil ve yakışıklı bir adam Recep. Çirkin mi çirkin cahil mi cahil fakat babası zengin bir kadın kara Hatice. Paraya tav olan recep evlenir çirkin Hatice ile. Her gün onun çirinliğinden daha nefret eder Recep. bildiğin tiksinir karısından. Onun gözü komşunun karısı Ümmühan'dadır. Herşey para içindir ama sonunda para hiç gelmez. Recep de Ümmühan'la kaçar zaten sonradan. Evde devamlı dayak vardır. Küfür vardır. Nefret vardır. Böyle bir aileye doğar Şadiye, Narin ve Mehmet. Sevilmeyen, umursanmayan 3 çocuk. Mehmet topal bir pezevenk olur sonra sonra. Şadiye ise orospusu. Bir tek Narin'dir o evden galip çıkan. Çok çekmiştir anasından, babasından, fukaralıktan. Şişko Necati'nin korkusundan okutmuşlardır Narin'i. Fakat hiçbiri görememiştir avukat olduğunu, yiyememişlerdir parasını pulunu. (meğer ölmüşler ya sobadan zehirlenip ayıptır demesi oh olsun dedim ben içimden)
Hikayenin Ege'de geçmesi iyi mi kötü mü bilemedim açıkçası. Tamam koca dayağı, fakirlik, cahillik sadece doğuda ya da iç anadolu'da olacak diye bir kural yok fakat ne bileyim ben biraz yadırgadım. Ayrıca neden hiç Ege şivesi yoktu kitapta bunu da anlayamadım.Saygılar Hande, iyi işti.
19 Ocak 2012 Perşembe
Marilyn Venüs'ün Son Gecesi
Kitap bir tv programı ile başlıyor. Kahramanımız uyuyamayınca televizyonu açarak sevdiği show programını izlemeye başlıyor ve konuk olarak kanlı canlı Marilyn Monroe'nun olduğunu görüyor. Marilyn tüm muhteşemliği ve gerçekliği ile karşısında kendisine yöneltilen soruları yanıtlıyor. Tüm ülkeden mailler yağıyor programa. Herkes gerçekten de intihar mı ettiğini yoksa kurnazca işlenmiş bir cinayete mi kurban gittiğini öğrenmek istiyor. Kahramanımız da öyle.
Kader Ankara'da bir eve yönlendirir kahraman kişisini. Eve gittiğinde karşısında Marilyn'i görür. Meryem adıyla. Sonra her sabah o eve uğrar. Bu arada kitapta JFK ve RFK hakkında detaylı bilgi verilir. Marilyn'nin ölümü sonrasında bir çok kişiden bilgiler aktarılır. Ve kişide deli gibi araştırma isteği uyandırır.
Nazlı Eray'ın kitabının anlatımı, konu dizgisi çok zorlama olmuş bana kalırsa -ki eleştirmek asla haddim değil. Fakat olay çizgisinin defalarca ve defalarca tekrarlanması, karakterin heyecansız yapısı. Taksi Şoförünü heyecan konusunda dışarıda bırakıyorum tabi. Seni Seviyorum pastanesinde geçen diyologlar, klon olduğunu idaa eden prof. çok açıkta kalmış karakterler ve mekanlardı. Meryem'e aşık olan genç ise kitapta olmasına gerek olmayan bir karakter. Yazar gerçek olayların üzerinden bir hikaye oluşturmuş fakat gerçekten de basit kalmış bir hikaye.
Peki bu kitap bana ne kattı? Hemen söyleyeyim; JKF (1991) gibi şahane bir filmi izlememe neden oldu. Norma Jeane Baker'ın Marilyn Monroe olma yolunda ilerlediği şahane biyogrofilerine sahip olmamı sağladı. Bu sebeple her zaman hatırlayacağım bir kitaptır.
Kitabın fantastik olduğunu söylemiş miydim?
23 Aralık 2011 Cuma
Kapak Kızı
*Spoiler
Bir trenin lokantasıyla başlıyor kitap. Garson turuncu saçlı İzzet, Aşçı Mustafa, Bünyamin ile açılışı yapıyoruz. Erkekler arasında geçen muhabbetleri, kadınlar(ı) hakkında düşündükleri, kenar muhit maço erkeklerinin ikili yaşamlarının yer yer sığ düşüncelerinin, sevdim mi tam severimciliklerini okuyup hiç şaşırmıyoruz. Her ay çıkan erkek dergilerinin fotoğraflarına bakarak yorum yapmaları falan... Herşey olağan, şaşırtmayan cinsten. Fakat Bünyamin için bu böyle değil. Bekarlığında bir dergide gördüğü Şebnem, diğer kadınlardan ayrı tutacağı kadar değerli şeyler hissettiriyor kendisine. Cennet'te zamanla bulamadığı şevkati Şebnem'in dergi kapaklarındaki resimlerine bakarken buluyor. Cennet 'le evlenmelerini, Anahit ve Garo'nun hikayesi ile içiçe geçmiş yaşamlarını, mutsuzluklarını hayatın küçük insanlara olan kötü süprizlerine tanık oluyoruz.
Banka müffettişi Ersin için Şebnem ilk aşk, ilk öpücük. Şebnem'i ilk gördüğü anladan beri seviyor. Kuzeni olması onun için bir anlam ifade etmiyor. Ersin Şebnem'e aşık. Ailesinin Şebnem ve annesi Hülya'yı sevmiyor oluşunun bir önemi yok. Hatta Şebnem'in ülkeye yayılmış çıplak resimlerinin de. Onu öfkelendiriyor Şebnem, Ersin senelerdir görmediği Şebnem'i resimlerinden kıskanıyor, özlüyor, seviyor. İşinden nefret ettikçe daha da aklına getiriyor Şebnem'i.
Selda ulusal bir radyo kanalında yaptığı ve çoğu insan tarafından dinlenmeyen programını trende tanıştığı Ersin'e anlatıyor. Birlikte rakı içiyorlar. Selda'nın ailesi, annesi, teyzesi, babası, doktor abisi ve mutsuzlukları Selda'nın gözünden bize anlatılıyor. Ve tabi Şebnem de. Şebnem Selda'nın teyzesinin kızı. Ailesi tarafından sevilmeyen ve kıskanılan teyzesinin enfes güzellikte ki kızı. Selda'nın akıl erdiremediği, kıskandığı, zeki bulduğu ve neden çıplak fotoğraf çektirdiğini bir türlü anlayamadığı akrabası.
24 Kasım 2011 Perşembe
İlahi Hayrünissa
Fotoğraftaki iki çift arasındaki sonsuz farkı bulunuz.
2.Fotoğrafımızda gördüğümüzü anlatalım bir de;
Bir kadın olarak başka bir kadının bu hale koyulması beni çok rencide etti. Cumhurbaşkanının karısı olan bir kadın özellikle.. Fotoğrafa dikkat edersek ayakkabılar ayrı bir facia, etek apayrı bir facia. Ceket'in yaka kısmına değinmiyorum bile. Baştaki kimine göre türban* kimine göre bez parçası rezillik. Ak saçlı kraliçenin ve A. Gül'ün bakışları ayrı bir utanç. Daha ne denebilir ki? Zarafet bir kadın için çok önemli olmalıdır. Kaba tabir edilesi o ayakkabılar yerine daha narin, az topuklu bir pabuç, o keçe gibi olan ceket yerine fularla kapatmaya müsait bir V yaka ceket, o akıl alamaz etek yerine daha dökümlü kişiye hareket katacak pileli bir etek giyilemez miydi? Elbette giyilirdi. Zarafet timsali olarak bu şekil bir bedene bu yakışırdı diyebiliyorum :p
*Telep üzerine türban kelimesi eklenmiştir.
22 Kasım 2011 Salı
Sosyallik makamı
Kendimi dizilerimden, sözlüğümden ve tweetlerimden ayırmayı başarabilirsem size bu süre zarfında okuduğum sürüyle kitabı anlatmayı da düşünüyorum tabi.. Bugün Salı mı la? Ahaha Soner - Aylin aşkına 4 saat kalmış. Negzel.
14 Ekim 2011 Cuma
Bir yıldız çizdim adımın köşesine rampapapam rampapapam
4 Ekim 2011 Salı
13 Eylül 2011 Salı
"Gizem yatakta hüngür hüngür ağlamaya başladı."
'Var mısın Yok musun'da tanışan, 'Survivor'da birbirlerine aşık olan Hakan Hatipoğlu ile Gizem Akın 25 Temmuz 2011'de evlenmişti. '2. Sayfa'ya konuk olan Hakan Hatipoğlu "Evlendiğimiz gecenin sabahında Gizem yatakta hüngür hüngür ağlamaya başladı. Korkup paniğe kapıldım. 'Kötü bir şey mi yaptım?' diye kendimi sorguladım. Gizem 'Yakında dizi çekimi için beni bırakıp Ankara'ya gideceksin. Ben bu koca evde tek başıma ne yapacağım?' diye ağlıyormuş meğerse. Karıma moral olsun diye hemen annesinin evine gittik. Kahvaltı yaptık. Kendine geldi" dedi.
Haber bu. Bildiğimiz gibi haberin erkek kahramanı Behzat Ç. dizisinde berbat oyunculuğunu sergilemekte. Anlıyoruz ki arkadaş bu sezon da dizide karşımıza çıkacak. Konu bu değil aslında. Bu iki çizgi kahramanı kim neden programına çıkartır? Ne konuşulur? Hangi kitle hedeflenir? Bunlara ne kadar para verilir? İnsanlar gündemden düşmemek için karısını, kocasını, kendisini nasıl küçük düşürür milletin önünde? Evlendiğin gecenin sabahında kadın neden ağlar? Hadi ağladı bize ne? Kötü yaptığın şey ne? Tatmin mi olmadı ne oldu? Bu kızın anası babası hiç mi rahatsızlık duymaz? Evlendiğin gecenin (hani özel bir gece ya!) sabahını gazeteciye, televizyoncuya neden anlatırsın? Beyin bedava dediler de neden alınıp nikahta takılmamış bu arkadaşlara?
Bu erkek karakterin eskiden bi nişanlısı vardı. Buradan seslenmekteyim kendisine, koç mu kesitrecek deve mi kestirecek naapçak artık verilmiş sadakası varmış vesselam. Herife bak..
5 Eylül 2011 Pazartesi
2 Eylül 2011 Cuma
Olympos'un en en en...
1- Sabahları insanın dinç kalkıyor olması, sabah 07:45 olduğunda ayaktaydım.
2- İlk demlenen çaydan alarak bomboş çardaklardan en güzeline oturup gazeteleri getiren adamın gelişini kesmek. Saat 08:20 olduğunda ilk gazete için dükkanın kapısına dayanmak. 2 - 3 gazete aldıktan sonra kahvaltı tabağımla birlikte şahane 10 sabah yaşadım.
3- 09:30'da sahilin yolunu tuttuğumda o Likya kalıntılarının arasından, börtü böcek sesleriyle yürümek, derenin berrak sularını izlemek, çiçek açmış ağaçların gölgesinde güneşe vermek bedeni ne büyük haz anlatamam ki...
4- Bu kadar fazla balığın olduğu bir denizde yüzmenin panik havası, ayakların basmaya çekindiği taşlar, ideal sıcaklıktaki su insanın ömürüne ömür katıyor. Benim kattı mesela, kaybettiğim kocaman bir 1 yılı kattı yeniden :)
5- Öğlen geçiştirilen yemeğin ardından gazetelerim, Uykusuz'um, Leman'ım ve ben klimalı şahane ağaç odaya çekilip (her gün) saat 1800'e kadar uykuya dalmak, hem de bunu arka bahçedeki tavuk, horoz ve ördek sesleri arasında yapmak.
6- Akşam az biraz acıkmış olarak kalkıp yemek yemek için kendini zorlamak. Ama mutlaka dondurma yemek. Yemek sonrası kahve eşliğinde Bora, Ali ve Ezgi'yle sohbet etmek. Gülmek ama çok gülmek.
7- Feneri kaptığımız gibi karanlık yoldan sahile inmek. Kendi kendimizi korkutmak. Değişik vahşet senaryoları yazmak. Ayakların toz toprak olması. Saat 2200'de gelecek olan Jandarmanın yolunu gözlemek. Onlar gelene kadar beni sağlığıma kavuşturan yıldızlarla bütünleşmek. Kayan yıldızları saymak. Denizin dalgasını dinlemek. Suya taş atmak. Ve en önemlisi sessizliğin içinde kendimle konuşabilmek.
8- Kemer'deki kırık Diyarbakırlı garsonla ayaküstü muhabbet etmek, gece kulüplerinin önünde sıra bekleyen şık Rus karılarını izlemek ve devasa topuklu ayakkabılarını görüp de ne kadar aptal olduklarını düşünmek. Rüküşlüğün dibine dibine vurmak ama sktiri çekmek.Barlar sokağının pavyon kıvamında olduğunu görmek. Hatta ve hatta Nevigasyon aletinin bozularak Olimpos'a Adrasan üzerinden gitmek. Issız köylerle karşılaşmak. Tırsmak.
9- Yüzme bilmeyen bir çift karadenizli ile tekne turuna çıkmak. Bembeyaz ciltleriyle kızarmalarını izlemek. Dil bilmeyen İtalyanlarla çay içmek. Bisküviyi çaya banmak. (İlk defa bisküviyi çaya banıp yiyen insan) En çok Ankaralı Turgut'u sevdiklerini görmek. 10 kişilik şahane bir tekne turu ve ilk kez balıklardan korkmadan açık denizde yüzmek. Şahane bir ekip kurmak. Kızgın bir sırtla geriye dönmek.
10- Gece 0920'de Gölge Bar'a gidip ne dediklerini anlamadan şarkı söyleyenleri izlemek, dans etmeyi deli gibi istemek. Ramazanda bira içmek =) Her gece Eskiyeni'nin müşteri servisini geri çevirip bir gece atlayıp gitmek. Canlı müzik dinleyememek, ses sisteminin boku yemiş olması. Ama yine de eğlenebilmek.
11- Gölge'nin programından sonra Kaktüs'e gitmek. Tahta masalara oturmak, gerçek ejderha dövmeli kızla tanışmak. Adisyona ismim yerine Anka Kuşu dövmeli kız olarak geçmek.Kimsenin birbirini umursamadığı bir ortamda milletin çiftetelli oynaması. Vurmalı çalgıların en güzellerini duymak.
12- 0115'te program sonrası aynı kitlenin kokoreççiye gitmesi ve ete doymak.
13- Enerjinin bitmemesi, bitememesi. Orange Pansiyon ışıklarını kapattığı vakit saatin farkına varmak.
14- Alican ile tanışmak. Bana katlanabilmesi. Yükselenlerimizin uyuşması :pP, avukatlık hakkında bilgilenmem. Ve daha daha niceleri...
Kurban bayramında Kaş'tayız inşallah. Orasını daha çok sevecekmişim. Öyle diyor avukatım.
14 Ağustos 2011 Pazar
8 Ağustos 2011 Pazartesi
Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm
Bu arada Emrah Serbes'in kitaplarını okumayanlar varsa tam zamanıdır.
5 Ağustos 2011 Cuma
Mulholland Dr.
David Lynch'e ait 2001 yapımı filmi başyapıt olarak nitelendirebilirim. Dahice bir kurguyla, kamera çekimleriyle ve muhteşem oyuncu Naomi Watts'la anlayabilmekte zorlanacağınız bir film izleyeceksiniz. Filmi izleyenler filmden bahsetmekte zorlanacaklardır benim gibi -filmin güzelliğini tam olarak betimleyemem diye düşünerek-. Bu yüzden Betty'nin yahut Daine'nin çektiği ızdırabı, filmin aslında ne anlattığını aşağıdaki linkten öğrenebilirsiniz.
Düşünce, Sinema, Müzik, Siyaset
27 Temmuz 2011 Çarşamba
Çırak
Boston dedektifi Jane Rizzoli, Cerrahın elinden yeni kurtulmuş, kâbuslarının sona erdiğini düşünmeye başlamıştır ki, yeni ortaya çıkan bir seri katilin peşine düşmek zorunda kalır. Ancak bu yeni katilin yöntemlerinin Cerrahınkilere olan benzerliği ürkütücüdür.
Davayla ilgili herkesten daha çok şey bilen gizemli bir FBI ajanının ortaya çıkışı Rizzoli'nin işini kolaylaştırmaktan çok daha da zorlaştıracaktır. Uzun yıllardır birlikte çalıştığı ortağının yardımı olmadan tek başına savaşmak zorunda olan dedektif, korkularıyla ve kâbuslarıyla yüzleşip Cerraha ve "çırağına" meydan okumaya hazırlanmaktadır. (Arka kapak)
Cerrah'ın çırağı evli çiftleri hedef alarak evlerine girer. Kurbanlarını uyurken yakalar, önce elektrik şoku vererek erkeği etkisiz hale getiren cani kadına tecavüz eder ve bunu kadının eşine izletir. Sonrasında boyundan bir kesikle işi bitirir. (en çok sevdiğim bölümler bunlar) Sonrasında aynı Usta Cerrah gibi geceliği katlar ve komidin üzerine imzasını atar. Kadınları canlı bırakan katil onları bir süre daha ölü ölü kullandıktan sonra kendi belirlediği ağaçlık bir mekana bırakır.
Yazar bu kitabında detaylara boğulmayarak olayları anlatmış bize, beni de memnun etmiştir.
26 Temmuz 2011 Salı
Günahkar
Hindistan'nın bir köyüne doğru yol alan bir adam, tek bir canlıya rastlanmayan evler ve yüzü olmayan bir kadınla başlayan kitap; bir kilisede işlenen cinayetlerle devam eder. 20'li yaşlarındaki rahibe ve yaşlı bir diğer rahibenin kafalarının ezilerek ölmesi Rizzoli ve Dr. Isles'i harekete geçirir. Manastırda aramalar yapılır ve havuzda ölü bir bebekle karşılaşılır. Gerilimsiz, bir CSI bölümü izletiyor yazar bize. Sonra işler çok daha garip bir hal almaya başlar.
Bir mekanda ayakları elleri ve yüz derisi alınmış başka bir ceset bulunur ve bu cesedin diğer iki cinayetle bağlantısı sorgulanır. Okurken sıkıldığımı belirtmek isterim. Ayrıntılar ve dedektiflerin özel hayatları çok sık anlatılmış bu kitapta. Ve adının neden Günahkar olduğu konusunda herhangi bir düşüncem yok.
Kitap kapağı da içler acısı zaten
22 Temmuz 2011 Cuma
Gece Nöbeti
Bir hastanenin gece nöbetçisi Dr. Toby Harper, her zamanki nöbetlerinden birindedir. Kapıdan giren polisler çıplak ve yaşlı bir adam getirirler. Kendinde olmayan adam titreme nöbetleri geçirir. Hiçbir şey hatırlayan adamın eşgalinin belirlenmesi sonrasında avinin özel bir mülk içerisinde bir bakım evi olduğu anlaşılır. Zenginlerin oluşturduğu bir büyük alan içerisindeki evlerde kalan 70 yaş üstü yaşlılar aslında tek bir amaç için oradadırlar. 3 araştırmacı doktorun hücre yenileyici, yaşlanmayı durdurucu gençlik iksiri deneylerini yaptıkları bu oluşum Toby Harper'ın nöbetçi olduğu hastaneye gelen yaşlı adama kadar bilinmeyen bir durumdur.
Molly 16 yaşında bir fahişedir. Bir iş için gittiği bir depoda son gördüğü görüntü ameliyat önlüğü ve maskesi takmış bir adamdır. Hamile olduğunu anladığında ise aradan çok kısa bir zaman geçmiştir. Ve rahmindeki bebek gerçekten bir insan mıdır?
Acaba Molly'nin hamileliği ile yaşlı insanların nasıl bir ilgileri var? Dr. Harper olayın iç yüzünü öğrenebilecek mi? Yoksa Toby Harper'da diğer tanıklar gibi öldürülecek midir?
Yazarın önceki kitaplarına nazaran ağır işleyen bir temposu var. Sanki konuya girememe gibi bir durum sezdim ben. Çoğu yerinde yalancı bir heyecan oluşuyor kitabın fakat yine de bir Ruh Kolleksiyoncusu değil, Cerrah hele hiç değil. Martı Yayınevi'ne de bir şeyler demem lazım çünkü çok başarısız bir kitap kapağı. Gereksiz bir ciltli kitap basımı ve sayfa kalitesinden hiç haz etmedim. Tess'in kitaplarını Doğan Kitap bassın derim ben.
Arı Kovanına Çomak Sokan Kız
Kitapta gereksiz yerlerde vardır elbet. Mesela Erika'nın sapık okul arkadaşının tacizleri, Mikael ile polis bayanın (adı neydi?) ilişkileri bana gereksiz geldi. Tamam Mikael çekici bir erkek olabilir fakat kitapta adı geçen tüm kadınlarla birlikte olması kesinlikle gereksizdir. Diğer yandan 800 sayfayı 3 günde okutacak kadar da sürükleyici bir anlatıma sahipmiş yazar. Okur, Salander'a yapılanların öcünün alınması için yanıp tutuşuyor yer yer (ben alev aldım mesela).
Kitap okumayı sevmeyenler (ben de haz etmem kendilerinden) Ejderha Dövmeli Kız, Ateşle Oynayan Kız filmi gibi Arı Kovanına Çomak Sokan Kız'ı da beyaz perdeden izleyebilirler. Ama kitabı okuyanlar kadar detayları göremezler ;)
12 Temmuz 2011 Salı
Cerrah
Kitapçıya gidip tüm Tess Gerritsen kitaplarını toplayıp kucağıma kasaya gittiğimde kasiyer psikopat olduğumu düşünmüş olabilir. Onu anlayabiliyorum.
Meraktan ölür gibi okumaya başladığım Cerrah beni hayal kırıklığına uğratmayı bırakın soluğumu kesen bir kitap oldu. Çekik gözlü yazar Tess'in yazmak için mesleğini bırakması ise takdirimi kazanmıştır. -Ne demekse artık?
Polisiye/Gerilim türündeki kitap bir seri cinayet öyküsü. Canlı canlı kesilen kadınlardan sökülen rahimlerin bir zevk aracı haline getiren katil(ler)sonunda tatmin olmuş halde hala canlı olan kadının boğazını kesmesiyle bu kabusa son vermektedir. Kurbanlarını daha evvel tecavüze uğramış kadınlardan seçen katilin sapkınlığının nedeni bu kirlenmiş kadınları temizlediği inancıdır. Doktor Cordell de işte böyle bir mağdurdur. 2 yıl önce tecavüze uğradıktan sonra rahim çıkartma olayı öncesinde suçluyu öldürmüştür. Fakat 2 yılın sonunda aynı olayların aynı biçimde yaşanmasıyla katilin ya kopya cinayetler işlediği yahut katilin ölmediği yahut yahut katillerin iki kişi olduğu düşüncesi pekişir. Boston emniyeti dedektifleri işte bu katilleri bulmak için kolları sıvar.
Bu kitaplar sayesinde sanırım harika bir yaz tatili bizi bekliyor.
7 Temmuz 2011 Perşembe
Sırça Köşk
Sabahattin Ali denilince aklımıza ilk Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan veya Kuyucaklı Yusuf gelir. Eşsiz kitapların yazarıdır. Ölümü erkendir. Düşünürüm bazı bazı, yaşatsaydılar biraz daha fazla acaba neler neler yazacaktı diye.
Sırça Köşk; 13 hikayeden ve 4 masaldan oluşan bir kitap. Ayrıca yasaklı bir kitap. Masalların yasaklandığı bir ülkede böylesi dut reçeli tadında hikayeler masallar anlatan insanların var olduğunu bilmek ve çoğalmalarını dilemek gerek.
Kitaba ismini veren Sırça Köşk masalı, 3 tembel, işe yaramaz adamın gül gibi geçinip giden bir yerleşim yerine giderek sırça bir köşk yapılması gerektiğini, her şehrin bir köşke ihtiyacı olduğunu söylemesiyle başlar. Bu fikre yabancı olan ahaliyi bir meraktır alır. En sonunda diğer şehirlerden eksik kalmamak için kolları sıvarlar. Köşk tamamlandıktan sonra şehrin yönetimini ellerine alan bu 3 kişi halkı kullanmaya başlar. Ellerindeki yiyecekleri alırlar, onları hizmetlerinde kullanırlar. Sömürürler ve en nihayetinde halkın elinde avucunda birşey kalmaz. Halk tepkilidir. Bu tepkiye karşı kendini şehrin kralı ilan eden dolandırıcı halkın karşısına çıkarak şunları söyler;
"Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleleri halka dağıtılsın."
Sabahattin Ali'yi okuyun okutun.
6 Temmuz 2011 Çarşamba
Kara Büyü
Yeni, pırıl pırıl bir yazar Pınar Başalan. İlk romanı (serinin de ilk kitabı) Kara Büyü ile takip edilesi yazarlar listeme girmeyi başardı.
Paraf Yayınlarından çıkan kitap fantastik, korku-gerilim, kan vahşet kategorilerine giriyor. Kitabın üzerinde görmeye alışık olmadığım +15 ibaresi mevcut.
Kitaba gelirsek;
1971 yılında Cihangir'de bir ruh çağırma seansı sırasında medyumun kendi rüyasından yola çıkarak çevresinde halka olmuş kadınların geleceklerini söylemek istemesiyle başlar. Evin sahibi Aylin'in tümden hayatını değiştirecek bu seansın tohumları 10 yıl sonra fidan vermeye başlar. Kızı Deren'nin kendisini öldürmeye çalıştığı konusunda diretmesi onun akıl hastanesine yatmasıyla sonuçlanır. Bir patlama sonucu tüm ev ile birlikte Aylin ve kocası ölür. Deren, kocaman kadındır artık ve bakıcısı ile birlikte Balıkesir'e taşınırlar. Aslında bir kilitçi olan Nasuh'tan saklanmaktadırlar. Devamı kitaptadır.
Bir hayli sürükleyici bir kitaptı. Okumam 1 gün sürdü. Türkiye'de geçen hikayeyi ciddi anlamda garipsediğimi itiraf etmek istiyorum. Sanki Amerika'da geçen bir öykü okuyormuşum da birdenbire Sema, Edremit, Nilgün gibi isimlerle karşılaştığımda şaşırdığımı hissettim. Hoşuma gitti doğrusu. Hem de çok çok hoşlandım.
1 Temmuz 2011 Cuma
23 Haziran 2011 Perşembe
Bin Muhteşem Güneş
Afganistan'da geçen hikaye umutsuzdur benim gözümde. 1970'ler ile 2002 yılları arasını anlatan yazar, sosyolojik değişimi gözümüze sokar. Meryem ile Leyla'nın hikayesinin anlatıldığı romanın gerçekliliğini bilmek tüyleri ürpertmekle kalmıyor ayrıca gelecekten de korkutuyor insanı. Açıkçası beni huzursuz eden bir kitaptı. Ağlamış mıyım? Tabii ki hayır. Sadece ürktüm. "pis kötülerin" bir topluma neler yapabileceklerinden çekindim. Nana'ya üzüldüm, sonra Meryem'e üzüldüm (en çok beni parçalayan karakterdi), Tarık'a ve annesine sonra babasına üzüldüm. Leyla'ya üzüldüm. Annesine ve babasına da çok üzüldüm. Azize'ye üzüldüm. Sonra Afgan halkına yandım. Ölümlere vahlandım. Kadınların esaretine yakındım. En sonunda sustum. Adalet aradım yaşananlarda,
11 Haziran 2011 Cumartesi
Acımadı ki
Teşekkürler Cüneyt Sönmez
Ps: Acımadı ki acımadı ki =)
9 Haziran 2011 Perşembe
Dehşet Hikayeleri
Montague Amca'nın Dehşet Hikayeleri; Edgar'ın büyük büyük amcası Montague'dan dinlediği birbirinden korkunç ve tüyleri diken diken eden masallarını anlatır. Amcasının evine o korkunç ormandan yürüyerek gitmek zorunda kalan Edgar evin basık ve karanlığından ürkmesine rağmen korkunç hikayelerden artık etkilenmediğini söylese de aslında çok korkmakta ve tedirginlik duymaktadır. Öykülerin her biri gerçekte yaşanmış ve her daim çocuk kurbanların başına geldiği için belki de çoğumuzun küçükken birbirimize anlattığımız hayalet, in, cin ve bazı hortlak hikayeleriyle bağdaştırdığımızdan olsa gerek inanılmaz sürükleyici. Beni en çok etkileyen ise; Harran'da geçen cin hikayesiydi. Osmanlı'nın son zamanlarında babasıyla Urfa'ya giden Frank'ın bir köyde parçalanmış bir çocuğun cesedini görmesiyle gelişen olayları anlatıyor.
Kara Gemi'den Dehşey hikayeleri; Gotik romanın çağdaş ustası Chris Priestley'den tüyler ürpertici deniz hikâyeleri gemisini yutan kara bir okyanusu yarıp çıkan denizci gibi karanlığın içinde nefes nefese uyandım. Ethan ve Cathy, bir uçurumun tepesine kurulmuş eski bir handa babalarıyla birlikte yaşıyordu. Bulundukları bölge üç gündür hiç dinmeyen vahşi ve azgın bir fırtınaya teslim olmuş, gemicilerin sığınağı olarak bilinen Eski Han kimselerin uğrayamadığı ıssız bir hale bürünmüştü. Fırtınanın üçüncü gecesi Ethan ve Cathy aniden rahatsızlandı. Babaları da çaresizce onları yalnız bırakarak doktor çağırmak üzere handan ayrıldı. Hanın ıssızlığına teslim olmamak için kitap okumaya yönelen çocuklara, fırtınanın olağan gücüyle sürükleyerek getirdiği gizemli bir konuğu vardı: Denizci Jonah Thackeray. Peki bu davetsiz misafirin yolu, gecenin kör bir vaktinde nasıl bu hana düşmüştü? Babaları küçük Ethan ve Cathy'ye nasıl bir oyun hazırlamıştı? Thackeray'in, Ethan ve Cathy'ye, uzak denizlerde başından geçen olayları anlattığı kan ve dehşet dolu korkunç hikâyelerin ardındaki sır neydi? Kaleme aldığı Dehşet Hikâyeleri serisinin ilk kitabı Montegue Amcanın Dehşet Hikâyeleri ile dünya genelinde büyük yankı uyandıran ve Edgar Allan Poe'nun çağdaş bir veliahttı olarak gösterilen Chris Priestley, Kara Gemiden Dehşet Hikâyeleri adını verdiği ikinci kitabında uzak diyarlara sefere çıkan denizcilerin, göçmenlerin ve yoksul ailelerin başından geçen dehşetengiz olayları hikâye içerisinde geçen küçük öykücüklerle resmetmiş. Genel anlamda korku hikâyelerine eğilimli olduğunu söyleyen, Charles Dickens'ın, M.R. James'ın, Saki'nin ve Edgar Allan Poe'nun kısa öykülerini okumaktan kendini alıkoyamadığını belirten Priestley, adı geçen yazarlardan aldığı ilhamı kitaplarında son derece kişilikli bir şekilde yorumlayan özgün bir stile sahip. Sakın karanlıkta dolaşmayın! Zaten Ethan ve Cathy'nin taşıdığı esrarengiz sır nefesinizi kesmeye yetecek! (Arka kapak)
3 Haziran 2011 Cuma
Je Veux
Doğrudan konuşurum ve açık sözlüyüm, özür dilerim !
İkiyüzlülüğe bir son verin, bıktım bundan !
Odunların dilinden bıktım !
1 Haziran 2011 Çarşamba
Taş Uykusu
"(Burcu) Kitabı okuyorum ama neden hep aynı şeyleri söylüyor... Bu ne iğrenç bir por.no üslubu yaa.. Yazarda böyle bir fantazi falan mı var acaba? Yooook canıııım sadece denk gelmiştir herhalde... En iyisi diğer kitabıma geçeyim daha fazla bu işkenceye katlanamayacağım.. "
Kitabın tarzı ve konusu dışlında diyebilirim ki; Kırmızı Kedi Yayınları'nı göz hapsinde tutuyorum... Çok hoşuma gitmeye başladı kapak basımları... Hele İnci Aral'ın kitabından sonra takipteyim.
30 Mayıs 2011 Pazartesi
Kumral Ada Mavi Tuna
“Sıradan bir insanım ve tabii bütün sıradan insanlar gibi sıradışıyım” diyerek tanımlar Tuna kendisini. Diğer bir sayfada ise; "Ben birini mutlu ederek mutlu olabilen egosu gelişmemiş salaklardanım" der. Mavi bir çocuktur Tuna. Gözleri gibi aklı da mavidir bana göre. Keskindir duyguları, yerine göre yumuşak fakat hep takıntılı. Hayatı 5 yaşındayken değişir. 5 yıllık yaşamanı değiştiren Kumrallar kumralı Ada ömrünün son günüe kadar değiştirir Tuna’yı. Artık bir kukladır. Ada’nın en sevdiği oyuncağı, İlk aşkı... Tuna yan köşkün bahçesinde görür Ada’yı, oynamak ister Ada kibirden belki şart koşar. Şartına karşılık arkadaşlığını kabul edeceğini belirtir.
Aras, Tuna’nın dillere destan şahane ağabeyi. Ada’nın aşkı. 7 yaşının verdiği utangaçlık fakat farkında beğeninin getirdiği güven... Ada, Aras ve Tuna bir nevi çeşitkenar üçgen.
Kitap işte böylesi güzel bir ortamda başlıyor...
Yo yo.. Kitap Tuna’nın bir Salı sabahı kahvaltı hazırladığı bir vakit, askerlerin evine gelmesiyle başlıyor. Onu alıp kararğaha götürmek istiyorlar, iç savaş çıkmış ve Tuna tekrardan askere götürülecektir. En korkuğu şey gelip bulmuştur Tuna’yı. Aras yaşasaydı ne yapardı acaba? Ya Ada? Ada nerelerdeydi? Neden gazeteler Aras’ı öldürdüğünü söylüyorlardı. Yıllar önceki olayda neden Ada suçlanıyordu? Halbuki böyle olmamıştı? O da oradaydı. Ada Aras’ı öldürmemişti? Hep Aliye’nin suçuydu ve tüm bu yaşananlar bir büyük karabasandı. Sayfalar geçtikçe bitmeyen ve nihayete eremeyen bir kabus...
Buket Uzuner’in en en en güzel çalışmasıdır bu kitap. İnsanın kendinden de birçok şey bulacağı bu harika romanı okumak için geç kaldığımı düşündükçe üzülmüyor değilim.
Son olarak diyorum ki; "Faşizm, kendi ilişkilerimizde başlar ve daha fazla incitmek, daha fazla yaralamak, ezmek ve aşağılamaktan zevk almaktır aslında."
24 Mayıs 2011 Salı
23 Mayıs 2011 Pazartesi
Serenad
İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü'nde bir memur olarak çalışan Maya Duran konferans için ülkeye gelen 87 yaşındaki Profesör Maximillian Wagner'ı havaalanında karşılamakla ve ona tercümanlık yapmakla (mihmandarlık) görevlendirilmiştir. 59 yıl sonra tekrar İstanbul'a gelen Prof. Max. için bu şehrin farklı bir önemi vardır. Maya misafiri önce oteline yerleştirir, fakat havaalanından bu yana bazı karanlık tipler tarafından takip edildiğini anlaması uzun sürmez. Bir süre sonra yaptığı araştırma sonucu Profesörün sadece bir bilim adamı değil ayrıca geçmiş yıllara dayanan bir takım işleri olduğunu öğrenir.
Maya 15 yaşındaki oğlu Kerem ile ilişkilerinin kopma noktasında olduğunun farkındadır. Bu durumu ona karşı kullanarak Profesörün hayatını araştırma görevini Kerem'e devrederek onu normal yaşama döndürmeye çalışır. Bir kaç zaman sonunda Kerem'in verdiği bilgiler 2. Dünya Savaşı'na dayanmaktadır. Struma gemisinin gizine, Hitler'in Almanya'sına ait bilgiler vs. Türkiye'ye 1939-1943 yılları arasında gelen tüm bilim adamlarını kapsar. 3 gün içinde hayatı bambaşka bir düzleme sıçrayan Maya geçmişi ile ilgili de bir çok değişik bilgiye ulaşır. Maya karakteri ile Maya'nın babasının Ermeni soyundan ve annesinin Kırım Türklerinden geldiğini öğrenmesi ile ırk karışımına değinir yazar. İnsanlığın soykırım yapma huyunun her daim olduğunu, her ırkın bunu öyle yada böyle yaşadığını, iktidarların ölümle bağını anlatır bu kitap.
Kitabın 2. kısmı Prof. ve sevdiği kadın Nadia'nın hikayesinden bahseder. Maya'nın Prof.'den dinlediği kadarıyla evlilikleri, Nadia'nın bir yahudi olmasına rağmen Alman soyadıyla yaşaması, zamanın Almanya'sının ve doğu Avrupa'sının cehennemden beter durumuna şahit oluruz.
Max ile Nadia Almanya'dan kaçarak İstanbul'a doğru trenle yola çıkmışlardır fakat Nadia bir anda SS subayları tarafından trenden indirilir. Uzun süre karısından haber alamayan Max İstanbul'a ulaşarak geri bıraktığı karısını bulmak için her yana başvurur. Kendisi de Alman olmasına rağmen kaçak sayılan Max 2 yılın sonunda bir Yahudi kampında Nadia'yaya ulaşır. Onu bir şekilde (Sahte vaftiz belgesi düzenleterek) kamptan çıkrtıp Romanya'ya ulaşmasını sağlar. Artık kavuşmalarına bir engel kalmamıştır. Ne kadar parası varsa karısına gönderir bu para ile Nasi "Struma" isimli gemiden bir biley satın alır. Struma İstanbul kıyılarına gelmeden Max kıyıda gemiyi beklemeye başlar günler öncesinde. Gemi görünür kıyıya yaklaşır fakat kimse inmez. Ülkelerin ortak aldıkları kararla gemi tamir edildikten sonra Filistin'e doğru yola çıkmalıdır. Türkiye mülteci mülteci kabul etmemektedir. Max. bir kez daha hayal kırıklığı yaşar. Ve karısını bir daha asla göremez çünkü karantina'ya alınan geöi Şile açıklarında bir Sovyet torpidosu tarafından havaya uçurulur. Max karısının ve bir sürü indanın bu şekilde parçalandığını görür. Bu yüzden " tüm iktidarlar öldürür" der. Ona göre tüm hükümetler suçludur.
Max kısa süre sonra sınırdışı edilir ve yaşamak için kendisine Amerika'yı seçer. Ağır depresyon yaşar ve bir gün yine gelir İstanbul'a. Maya ile tanışır. Ona herşeyi anlatır. Bir de küçük bir beste dinletir Nadia'ya yazdığı bir parça. İşte kitabın son bölümü de Prof. kaybettiği bu bestenin yani "Serenad'ın" notalarını bulmakla kendisini sorumlu hisseden Maya'nın Almanya , Amerika seyahatini konu edinir.
Genel anlamda sürükleyici bir kitap fakat yer yer kendini tekrar ettiği de bir gerçek. Okuyucuda merak uyandırma amacıyla bayıltıcı bir oyalama derdine girilmiş. Daha kısa tutulabilirmiş. Yine de kütüphanemde yerini almıştır.
10 Mayıs 2011 Salı
Şarkını Söylediğin Zaman
Bir aşk ne kadar yoğun yaşanır erkeğin kalbinde? Bir erkek duyduğu aşktan ne bekler? Sahip olmadığı kadına duyduğu ağdalı tutkunun devam etmesinin sebebi nedir? İnci Aral aksi cinsinin aşkını onun dilinden nasıl böylesi sürükleyici anlatabilir? Yazarın soluksuz okuduğum tek romanı “Şarkını söylediğin zaman” adıma imzalanmış şekilde gelmesiyle beni çok heyecanlandırdı.
• Spoiler
Cihan isimli bir erkek.
Ayşe isimli bir kadın.
20 yıl önce doğan Ayşe ve o anda 20 yaşında olan Cihan.
Bir kız daha var adı Deniz. Cihan ile Ayşe’yi birbirlerine bağlayan geçmişin soluğu, şimdinin hayaleti, şahane kadın.
Ortak payda.
Cihan, Deniz’i; “Yüzü dünyama umulmadık biçimde katılmış en güzel dalgınlıktı.” diyerek tanımlar.Türkiye’nin karışık olduğu yıllarda okulda tanır Cihan Deniz’i. 1977 yılı... Cihan için girdaba kapılmadan önceki okuldaki son senesi. Ateşli bir solcu olan Deniz’i piyanonun önünde gördüğü gün aşık olur ona. Sebebi budur onu koruyup kollamak istemesinin. Deniz’in ise ondan ne beklediği belirsizdir. Birlikte muhteşem bir dostlukları vardır görünürde. Bu dostluğun altında ise Cihan’ın aşkı ve Deniz’in sınırlarda olan hayatı saklıdır.
Yıllar yıllar sonra Cihan yurtdışından döndüğünde bir arkadaş toplantısında Ayşe ile tanışır. Aşık olurlar ilk görüşte birbirlerine. Deniz gibidir. Aynı onun gibidir. Bir gün eski defterlerini açar ve Deniz için yazdıklarını okumaya başlar ...... O okur ben dinlerim... Bir erkek bu şekilde yazar mı ki diye de düşünürüm.
Delice hoşlandım bu kitaptan. Çok severek okudum. Mutlaka tavsiye ediyorum.
Not: Deniz’in Bordeline olma olasılığı pak fazla sanki =)
Not2: Kitabın kapağı bir harika... Harika... Çok harika hem de...
26 Nisan 2011 Salı
Üç Aynalı Kırk Oda
* Spoiler
İlk Dünya deneyimini Türkiye diye bir ülkenin Harran civarında tecrübe eden Adam aşıkların kavuşamaması halinde "kız kaçırma" geleneğini gezegenler arası uygulayan ilk ve son (?) androiddir. Öykü, bundan sonra bir Bilim Kurgu - Aşk örneği olarak devam eder.
Der ki Aliye; Peki ne zaman evleneceğim?
Falcı bakar suratına; Her fal için sadece bir niyet.
Öğrenemez Aliye evlenip evlenemeyeceğini.
Aliye'nin iç dünyasını okurken dramatik bir masal değil de sanki normal bir kötü yola düşme müsameresi izliyormuş hissine kapılıyorsunuz. Çok olağan, hergün yaşanan bir durum gibi..
Davavekili bir babadan olma, İstanbullu bir anadan doğma Ali'nin sıradışı çocukluğudur yazarın 3. öyküsü. Okuduğum tüm çocukluk anılarından farklı ve fazla bir öyküdür. Ali'nin eşcinselliğini farkettiği küçük yaşlarından itibaren yaşadıklarını, hissettiklerini, sanrılarını, hayallerini detaylı bir biçimnde anlatır. Mardin'de doğan Ali'nin ters ve kese içinde doğması korkutur ilk aileyi.. Kalabalıktır evleri. "Uğursuz baykuş çığlıklarına" sahip halalarından başka bir de zırdeli dedesi vardır evde. Ali'nin izlenimleri hep dedesine yöneliktir. Çok sever dedesini. Hayal gücünün kuvveti de buradan gelir zaten. (Şizofren bir çocuktur Ali bana göre) Kitapta, Ali kendini bilmeye başladığı vakitten itibaren penisi ile derdi olduğunu gözleriz. Onu istemez bedeninde. zarar vermeye başlar kendisine. Doktorlar çare olamaz. Hacı hoca bulur devayı. Kurşun dökülür ve der ki kurşun; geçmiş bir yaşamı varmış Ali'nin, tutkulu bir kadımış, aşıkmış, aklı kalmış orada garibin.
Gel zaman git zaman cinselliği keşfeder Ali. Kuzenleri ile çocukça ayıp oyunlar oynarlar. Sonrasında başka başka çocuklarla da... Kelimeleri ustaca kullanabilen yazarın bu hikayesini ne kadar anlatsam da o masalsı anlatımı yakalayamayacağım. En iyisi sizler okuyun derim ben.
25 Nisan 2011 Pazartesi
Arkada Kalan
"Ey! İki adımlık yerküre
Senin bütün arka bahçelerini
Gördüm ben!"
Her bir insanoğlunun arşa vardığı gece evimde saklanıyordum ben. Kaçırılmış bir partiye üzülmek benim tarzım değil, ben sadece bakkalda biten dondurmanın ardından yazıklanırım. Unutulmuş bir ben ve bitmiş bir dondurma birbirine ikiz kadar benzerdir. Dondurmayı bitiren ile beni unutan aynı zat mı? Bunun somut bir verisi yok zihnimde. Dünyaya ne kadar küs isem o zata da aynı şekilde küsüm. Kırgın değilim. Küsüm.
Ne zaman bir kahpe gelip de üzerimden tırla geçecek diye bekliyorum. Evde. Odamda. Bilirsiniz kahpe dediğin sen nereye kaçarsan kaç seni bulur ve ezer...
En az bir hacıyatmaz kadsar uykusuzdum. Ayakta durmak iki gün boyunca zor geliyor. Çevredeki görüntüler bitmeye niyeti olmayan bir Nuri Bilge Ceylan filmi gibi. Modern işkence aleti. Konusu belli olmuyor. Nerede, ne zaman biter belli değil. Aynaya baktıkça ağlayan bir garip deliyim. Uykusuz, ağlayan, deli. Rüyanın içinden adımı seslenenlere, akmaktan iyice kurumuş sümüklerimi çekmeye çalışarak verdiğim cevaplar çok uzaklardan belki de aynadaki aksimden geliyor. Dudaklarım kıpırdıyor, fakat kafamda kendimi asmaktan başka bir çıban yok. Düşündüklerim söylediklerimin üveyi bile değil. Janis Joplin Summertime diye çatlatırken sesini duyamacın deliklerinde ben de çatlak cildimi siliyorum kremin en yağlısıyla. Gözyaşlarımın ıslatıp tonik rolüne büründüğü bu gecede Janis sustuğunda zifiri bir sessizlik, hafif bir karanlık perdelerime yaslanıyor.
Bir an durup kamerayı farkediyorum. Dibimde. Çok yakınımda. Rolümü oynamam gerekiyorsa tam ışığa dikip gözümün bebeğini, kahkahalarla gülmem kim ne kadar şaşırtırdı herkesi. Hava durumu sunmam emredildiyse;
"Babama hiç aşık olmadım. Annemi hiç kıskanmadım. Hiç Küçük Prens okumadım. Şeker Portakalı hiçbir şey ifade etmedi bana. Çevremde hep insanlar vardı ve ben ilk "çok yalnızım" dediğimde henüz 6 yaşındaydım. Kreşte koşturan aptal cinslerimi izliyordum. Yalnız kaldığım bir yaz günü bir kavanoz sarelleyi gözümü kırpmadan bitirdim."
Şimdi reklamlar.
22 Mart 2011 Salı
Elif
"Hayatımızda keskin bir dönüşüm yaratan felaketlerin temelinde hep aynı şey vardır: birini kaybetmek. Birini kaybettiğimizde eskiyi geri getirmeye çalışmak boşunadır. Doğru olan, açılan büyük boşluğu yeni birşeyle doldurmaya çalışmaktır. Teorik olarak her kayıpta bir hayır vardır. Pratikte ise kayıplar insana Tanrı'nın varlığını sorgulatır ve kafada bir soru doğurur:
Bunu hak ettim mi?"